Travma Ve Sonrası

Hepimiz yaşamımız boyunca birçok sorunla karşılaşabiliyoruz. Bazı sorunların üstesinden kolaylıkla gelebilirken bazıları ile baş etmek bizleri zorlayabiliyor ve travmatik bir yaşantı olarak iz bırakıyor. Acaba gerçekten olayın kendisi bir travma mı yoksa bizim baş edemememiz mi onu travmatik bir yaşantıya dönüştürüyor? Yaşanan travmanın uzun vadede ne gibi etkileri oluyor? Kimler travmalarla daha kolay baş edebiliyor?

Bu sayımızda travma ve tedavisi denildiğinde akla ilk gelen isim olan Sayın Klinik Psikolog Emre Konuk ile bir araya geldik ve sizler için bu soruların yanıtlarını aradık. Faydalanmanız dileğiyle.

  • Travma Nedir?

Travma deyince aklımıza hemen bina çökmesi, deprem olması, kaza geçirmek, saldırıya uğramak gibi şeyler gelir. Bunlar büyük “T” diye adlandırdığımız DSM’deki (Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı) tanı kriterlerini karşılayan travmalardır. DSM hayati tehlike olan durumların tamamına travma der; ama bizim travma olarak ele aldığımız, terapiye de konu olan problemlerin çok büyük bir kısmı seri ve küçük travmalardır. Dolayısıyla travmayı hayati olanlar ve hayati olmayanlar olarak ayırabiliriz.

Peki neden travma diyoruz? Neden normal yaşam olayı demiyoruz? Travmayı travma yapan karşılaştığımız zaman bizim baş etme kapasitemizi zorlayan olumsuz bir yaşam olayı olmasıdır. Buradaki her şey gerçekten de çok geniş bir yelpazede karşımıza çıkar. Yolda yürürken bir arabanın çamur sıçratması, birinin duyarsızca omuz atması, bir arkadaşınızın “Sen geçen öyle konuştun ama çok ayıp ettin.” demesi olacağı gibi “Dünya çöktü altında kaldım.” dedirtecek kadar ağır bir yaşantı da olabilir. Dolayısıyla, kişinin baş edemediği her türlü olumsuz yaşam olayı, adı türü ne olursa olsun, o kişi için travmadır.

Burada önemli olan bazı insanları aynı olayların zorlamıyor, bazılarını ise zorluyor oluşudur. Bu noktada bireysel farklılıklar devreye girer. Travma, sadece olayın kendine bakılarak karar verilebilecek bir şey değildir. Örneğin, deprem gibi bir olay bile bazı kişiler için travmatik bir etki yaratmayabilir. Biz bunu 1999 depreminde de gözlemledik ve araştırdık. Bir envanter oluşturduk, “Deprem olduktan hemen sonra ayağa kalkıp insanlara ne yapacaklarını söyleyen, onları organize eden ve hala aynı durumda olan bir insan tanıyor musunuz?” diye 6000 kişiye sorduk. Sonuç olarak bu tanımlamaya uyan 244 kişi belirledik ve bu kişileri grup müdahalesi eğitimine aldık ve içlerinden 140 kişiye de süpervizyon desteği verdik. Böylece 6000 kişiye ulaştık.

  • Belirttiğiniz gibi aynı travmaya maruz kalan kişiler bunu farklı şekilde yaşayabiliyorlar. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz?

Herkesin travmayı farklı yaşamasının birçok değişkenle ilişkisi vardır. Kişinin yaşı, olayla ne kadar doğrudan bağlantısı olduğu, kişilik yapısı, olayın süresi ve sıklığı önemli etkenler arasındadır. Örneğin, kişinin uyum yeteneği kuvvetli ise, kısa sürede çözümler üretebiliyorsa, lider özellikleri varsa, travmatik bir durumla baş etme konusunda daha çabuk çözümler üretecektir. Bu kişiler literatürde “dayanıklı” kişiler olarak adlandırılıyor ve dayanıklılığın travma sürecine olumlu etkisi olduğu biliniyor. Yine kişinin olaydan sonra bulabildiği maddi ve manevi destek ile olayın bireysel mi toplu mu yaşanmış olduğu da süreci etkiler. Yaşanan olay, daha geniş bir insan kitlesini ilgilendiriyorsa, bu olayın kişi üzerindeki etkisi daha az olur; çünkü olay paylaşılır ve nedenleri üzerinde fazla düşünülmez.

  • Bir kişinin travma yaşadığını nasıl anlarız?

Yaşanan travmaya bağlı olarak gözlemlenen tepkiler de değişir. Bir travma yaşandığını kişinin davranışlarındaki değişimlerinden anlayabiliriz ama ölçüt olarak kabul edilen DSM’deki travma sonrası stres bozukluğu şikayetleridir. Travma yaşayan her çocuk ya da ergen travma sonrası stres bozukluğu teşhisi almaz ama aşağıda yer alan travma sonrası stres bozukluğunun belirtilerini bir oranda gösterir. Bunlar;

  • Uyku bozuklukları, kâbuslar,
  • Yeme, giyinme, tuvalet alışkanlığı gibi alanlarda farklılıklar, geriye dönüşler,
  • Kıpır kıpır ve huzursuz olma,
  • Uykulu, donuk olma, yalnız kalma isteği,
  • Her fırsatta ağlama,
  • Tanıdığı nesnelere aşırı bağlanma,
  • Değişiklikle baş etmede zorlanma,
  • Anne babayla olan ilişkilerinde farklılık, aşırı talepkâr olma ya da tamamen içine kapanma,
  • Kardeşlerle olan ilişkilerinde daha olumsuz olma, kavgaların artması
  • Travmatik olayla ilgili takıntılı düşünceler geliştirme, sürekli bu olay hakkında konuşma, bu olayla ilgili oyunlar oynama,
  • Olayın tekrarlanacağı endişesi,
  • Başkalarının gereksinimlerini aşırı derecede önemseme,
  • Okul başarısında düşüş,
  • Dikkatte azalma/bozulma,
  • Doyumsuz olma,
  • Küçük olaylara aşırı tepkiler vermedir.

Bizim bakmamız gereken ise aile ortamındaki rutinleri etkileyen değişimlerdir. Bunlar anne babanın dikkatini çekmelidir. Rutinin değişmesi mutlaka çok kötü bir şey olduğu anlamına gelmez. Sınıftaki bir arkadaşının onu yere itmesi, gece kabus görüp etkilenmesi, derste öğretmeninin sorduğu soruya yanlış cevap verdiğinde arkadaşlarının gülmesi de rutini değiştirebilir. Yani daha önemsiz bir olaydan, daha kalıcı olabilecek etkiye uzanan bir yelpazeden bahsediyoruz. Onun için her değişiklik mutlaka kalıcı ya da hasar bırakan bir travmaya yol açmayabilir; ama neye dikkat edelim diye sorduğunuz zaman; “Rutinin dışına çıkan her şeye dikkat edelim.” derim. Örneğin, çocuğumuz fazla mutlu görünüyorsa ona da dikkat edelim; çünkü onu mutlu eden şeyi öğrenmek neyin keyif verdiğini bilmek altın değerindedir. Travmayla baş edebilmesinde bize yol gösterir.

  • Travma yaşamamak mümkün mü? Çocukların ya da ergenlerin yaşayabilecekleri küçük travmalar (dışlanmak, ders başarısızlığı, taşınmak vb.) onları duygusal olarak güçlendirir mi?

Hiç travma yaşamamak elbette mümkün değil, travma çoğu zaman beklenmedik ve engellenemez şekilde hayatımıza yansıyor; ancak travma yaşamış insanların bir kısmı, bir süre sonra, kriz durumlarıyla nasıl başa çıkabildiklerini gördüklerini, ne kadar olumsuz ve yaralayıcı olursa olsun, iyileşebildiklerini ve bunun kendilerine olan güvenlerini artırdığını anlatırlar. Ayrıca bu tür olaylar yaşadıklarında kişiler kendi sosyal çevrelerinin desteğinin farkına varırlar, hayattaki önceliklerini, hedeflerini ve değerlerini gözden geçirme fırsatı elde etmiş olurlar. Görüldüğü gibi “Her felaket hayatın iyileşmesi için bir fırsattır.” anlayışını destekleyen kişilerde bu anlayış, stres ve travma sonrası iyileşme sürecine yardımcı olmakta, süreci hızlandırmaktadır.

Küçük travmaların da çocuğun yaşantısına olumlu katkısı olma ihtimali vardır. Örneğin, çocuğunuz bir gün sokağa çıktı. Bir köpek gördü, köpek üstüne atladı ve onu ısırdı, köpeğin dişlerini de gördü. Bu çocuk için bir travmadır ve bu yaşamından iki şekilde yer edebilir. Birincisinde, çocuk travmaya takılır. Bütün köpekler çocuk için tehlikeli hale gelir, en zararsız köpekten bile korkar. Dolayısıyla burada fobi oluşur. İkincisinde ise anı havuzuna “Saldıran köpek” nasıl olur diye bir bilgiyi koyar ve saldıran köpeği “Üstüne hızla gelip dişlerini gösteren köpek.” olarak kodlar. Bunu hayatı boyunca kullanır, saniyeden de kısa bir zamanda limbik sistem, amigdala “Bu saldıran köpeğe dikkat et.” der ya da “Bu saldıracak bir köpek değil.” der.

Travma yaşandığında çocuklar çevrelerindeki yetişkinlerin kaygı ve gerginliğini hissederler. Aynı yetişkinler gibi onlar da yaşanan durumun getirdiği çaresizlik ve kontrol kaybı duygularını yaşayabilirler. Fakat yetişkinlerin aksine, çocukların içinde bulundukları durumu yeterince algılayabilecek kadar deneyimleri yoktur. Bu nedenle çocukların travmalardan güçlenerek çıkması için ailenin ve sosyal çevrenin bu durumu nasıl ele aldığı büyük önem taşır.

  • Çocuğun yaşadığı her olumsuzluğun anne baba tarafından travma olarak algılanması, değerlendirilmesi, çocuğu nasıl etkiler?

Çocuğun başından travmatik bir olay geçtiğinde ya da hep birlikte böyle bir duruma maruz kalındığında, onun bu beklenmedik olayı nasıl algılayacağı, nasıl yorumlayacağı ve nasıl bir tepki oluşturacağı, büyük ölçüde çevresindeki yetişkinlere, özellikle de anne babasına bağlıdır.

Anne babanın çocuğun yaşadığı bir süreci travma olarak “algılaması” bu süreci izlemesini gerektirir; ancak bu süreci travma olarak ele alıp harekete geçmesi başka bir şey demektir. Çocuk ile konuşulurken yaşanan durum “travma” olarak isimlendirilmemelidir. Aile, çocuğunun yaşadığı travmatik bir durum olduğunu düşündüğünde durumu anlamayı, çocukla empati kurmayı, bu durumun onu mutsuz ettiğini gördüğünü belli etmeyi unutmamalıdır. Aile durumun ciddiyetine göre ne yapacağına karar vermelidir; yani “Bu benim anne olarak müdahale etmem gereken bir şey mi yoksa hayatın normal akışında gerçekleşen bir şey mi?” sorusunu kendine sorduktan sonra gerekiyorsa okuldan yardım istemelidir. Bu kararı vermek için çocuğu izlemek gerekir. Örneğin yaşanan olaydan 2-3 gün geçtikten sonra “Sorun yaşadığın arkadaşlarınla aranda herhangi bir gelişme oldu mu?” diye sorduğunuz zaman, “Aman anne önemli değil, hallettik.” mi diyor, “Anne hala üstüme geliyorlar.” mı diyor buna bakılmalıdır. Bazen yaşanan sorun devam eder ama çocuk bunu belli etmez, söylemez. O zaman anne müdahale etmeli, sorunu ilgili kişilerin de izleyebilmesi için paylaşmalıdır.

Yaşanan büyük travmalarda,

  • Çocuğun olayla ilgili duygu ve düşüncelerini ifade etmesine izin verilmesi,
  • Çocuğun duygularının ve düşüncelerinin anlaşılması,
  • Çocuğun güven duygusunun desteklemesi ve ebeveynin kendi çaresizliklerini çocuğa fazla yansıtmaması,
  • Özellikle doğal afet sonucu yaşanan durumlarda mümkün olduğunca net bilgiler verilmesi,
  • Çocuğun o anda artık güvende olduğunun vurgulanması,
  • Mümkün olduğunca olumlu ve ileriye yönelik bir bakış açısının oluşturulması,
  • “Sakın üzülme, kuvvetli olmamız gerekiyor.” şeklinde bir konuşma yerine, “Evet, üzülüyorsun, anlıyorum.” şeklinde bir konuşma yapılması,
  • Çocuğun olay sonucu geliştirdiği duygularının ve düşüncelerinin “normal” olduğunun kendisine anlatılması,
  • Çocuğa oyun oynama ve resim yapma, yaşadıklarını dışa vurma fırsatı verilmesi,
  • Çocuğun en kısa sürede günlük hayatın içine katılması, ona belli sorumluluklar verilmesi önem taşımaktadır.

Anne babaların çocuklarını hayatta karşılaşabilecekleri her türlü travmatik olaya hazırlaması mümkün değildir; ancak çocukları bu konularda bilinçlendirmek, onların travmalar karşısında daha dayanıklı olmaları için bir zemin hazırlar. Bu hazırlık, ilk kez karşılaştıkları bir olayın getirdiği belirsizlik ve bilinmezliğin yaratacağı derin kaygıyla bir ölçüde daha rahat baş edebilmelerini sağlar.

  • Zaman zaman ebeveynlerin çocukların yaşadığı travmatik süreçlerle baş etmede zorluk yaşadığını görüyoruz. Sizce bunun nedeni ne olabilir?

Bu soruya yanıtı anne açısından vermek istiyorum. Büyük olasılıkla bunun nedeni çocuğun yükünün anneye ait olmasıdır. Baba genellikle dışarıdadır, zor koşullardadır, çok yoruluyordur, “uzmanlığı çocuk olmadığı için” de tüm sorumluluk doğal olarak annededir! Anne öncelikle “iyi anne” olacaktır. Sonra iyi bir doktor olacaktır ki çocuğunun ateşi çıktığı zaman doktora götürüp götürmeyeceğine karar verecektir. Ayrıca iyi bir pedagog da olacaktır; çünkü çocukta bir hasar çıkarsa fatura ona kesilecektir. Bunların yanı sıra annenin üzerinde pek çok yük daha vardır. İyi bir ekonomist olup aile bütçesini yönetmesi, evdeki büyük çocuğu da idare edebilmesi, ilişkiyi eşi de bozsa iyi bir evlilik terapisti olarak o ilişkiyi kurtarması da beklenir. Tüm bunları düşündüğümüzde şöyle bir tablo hayal edelim, çocuk okuldan geliyor ve “Yarın okula gitmeyeceğim.” diyor. Bu kadar yükün altında kalan anne doğal olarak çocuğunun okulda travmatik bir yaşantısı olduğunu düşünüyor, oysaki bunu söyleyen çocukların %90’ını bağlasanız evde durmaz. Hele okula gitmediğinde evde eğlenmesine izin verilmeyen çocuk kısa süre sonra beni okula götürün demeye bile başlar. Anne tetikte yaşar, “Çocukta aksayan bir nokta var ve ben neyi yanlış yaptım.” diye düşünür. Aslında belki de annelere anlatılması gereken en önemli konu, hayatın normal güçlükleri ile travma yaratan güçlükleri arasındaki farktır. Çocuğun okula gitmeyeceğim demesi büyük bir sorun değil hayatın normal bir halidir, okuldaki desteklerle üstesinden gelinir; desteğe rağmen devam eden sorun gerçek bir sorundur.

  • Ailede yaşanan önemli bir olayı (kayıp, anne baba ayrılığı vb.) çocuk travmatize olmasın diye paylaşmamak çocuk üzerinde nasıl bir etki yaratır?

Çocuklarla ölüm hakkında konuşmak çoğu anne baba için zordur. Anne babalar çocukların ölümle ilgili sorduğu tüm soruları yanıtlamaları gerektiğini düşünürler bir yandan da çocukların duydukları karşısında üzülmelerini istemezler. Hâlbuki gözden kaçırılan nokta ölümün çocukların küçük yaşlardan itibaren tanıştıkları bir olgu olduğudur. Bununla beraber çocukların ölümü algılayışları yaşlara göre farklılık gösterir. Okul öncesi dönemdeki bir çocuk, ölümün geriye dönüşü olan bir durum olduğuna inanır. Kişi o an için yok olmuştur, ama geri gelecektir. 6-9 yaş arası çocuklar ise, ölümün geriye dönüşü olmadığını bilir; ancak kendisinin ve sevdiklerinin ölmeyeceğine inanır. 9-12 yaş arası çocuklar, ölümün geriye dönüşünün olmadığını anlarlar. 12 yaşından büyük çocuklar ise artık ölümü bir yetişkin gibi algılarlar.

Kayıp, ölüm çocuk ile paylaşılmadığında bu durum çocukların olaylar hakkında kendi senaryolarını üretmelerine neden olur ve çocuğun kendi kafasında kurguladığı durum belirsizlikler taşıdığı, tahminlere dayandığı için kaygıyı artırabilir. Travmatik bir yaşantıdan sonra çocukla konuşmak, onun bu olayı zihninde şekillendirmesini kolaylaştırır.

Ayrılma kararı da kayıp sürecinde olduğu gibi çocuğun yaşı ve kavrama kapasitesi dikkate alınarak söylenmelidir. Bazı anne ve babalar boşanma kararını çocuklara söylemekte zorlanabilir, “O daha çok küçük.” ya da “Zamanı gelince söyleriz.” diyerek yapılacak konuşmayı erteleyebilirler. Kabul etmeliyiz ki boşanma sürecini ne kadar saklarsak saklayalım çocuk bir şekilde evde neler olup bittiğinin farkındadır. Boşanma kararının çocuktan saklanması hem çocuğun kaygılanmasına hem de anneye ve babaya duyduğu güveninin sarsılmasına yol açar. İşte bu bir travma olabilir. Bu nedenle boşanma kararı ne denli zor olursa olsun çocuğun yaşına uygun olarak paylaşılmalıdır.

  • Travmaya maruz kalmış kişilerin daha sık ve ciddi hastalıklara yakalanması söz konusu mudur? Travma ve tıbbi hastalıklar arasında bir ilişki olduğunu düşünüyor musunuz?

Ruh sağlığı literatürü araştırıldığında, yaşanan psikiyatrik ve psikolojik problemlerin geçmişte, özellikle çocukluk ve ergenlik döneminde yaşanmış olan olumsuz yaşam olaylarından (travmatik yaşantılardan) kaynaklanabildiği görülmüştür. Travmatik yaşantıların psikolojik sorunlara ve psikiyatrik hastalıklara sebep olması beklenilebilir bir sonuçken, son zamanlarda yapılan araştırmalarda ortaya çıkan ve şaşırtıcı olan; çocuklukta yaşanan travmatik yaşantıların sıklığı ve düzeyi ile ileri yaşlarda görülen fiziksel, tıbbi hastalıklar arasında da güçlü ve doğru orantılı bir nedensellik ilişkisinin görülmesidir. Örneğin, çocuklukta maruz kalınan travmaların sayısına-dozuna göre; kalp ve damar hastalıkları, kanser, kalp krizleri, yüksek tansiyon, diyabet, obezite, migren, artirit ve bağışıklık sistemindeki bozukluklar gibi fiziksel hastalıkların görülme riski ciddi oranda artar. Yalnızca hastalıklar değil nikotin, alkol ve madde bağımlılığı, cinsel suçlar, erken gebelik ve aile içi şiddet gibi konularda da travmanın belirleyici rolü büyüktür. Size bu bağlantının ne kadar çarpıcı olduğunu 1995-97 arasında ABD’de 17 bin kişi üzerinde yapılan Olumsuz Çocukluk Olayları Araştırması ve ardından Dünya Sağlık Teşkilatı’nın 50 bin kişi üzerinde yaptığı çalışmalarla ilgili istatistikler üzerinde paylaşmak istiyorum. Çocukluğunda fiziksel ya da duygusal istismar, şiddet, anne baba ayrılığı, aile içi zihinsel hastalık, hapishanede bulunan aile üyesi gibi 4 ya da daha fazla travmatik deneyimi yaşayan birinin çocuklukta hiç travma yaşamayan birine göre;

Bağımlılıklar

  • Damardan alınan uyuşturucu (örn: eroin) kullanma riski, %4600
  • Aşırı alkol tüketme riski, %500
  • Obezite-Diyabet hastası olma riski, %201
  • Sigara kullanma riski, %250
  • Kronik akciğer tıkanıklığı hastalığına yakalanma riski, %399 daha fazladır.

Diğer Hastalıklar

  • Kanser hastası olma riski, %157
  • Kalp krizi geçirme riski, %232
  • Kalp hastası olma riski, %285
  • Felç geçirme riski, %281
  • Eklem iltihabı olma riski, %236
  • Astım hastası olma riski, %231
  • Böbrek hastası olma riski, %263
  • Görme problemi yaşama riski, %354 daha fazladır.
  • Bir bebeğin 3 yaşına kadar yaşadığı travmatik olay sayısı 7 ise, gelişim geriliği gösterme olasılığı %100’dür.

 

  • Yaşanan bir travmadan sonra profesyonel destek süreci ne zaman devreye girmelidir?

Herkes yaşadığı travmaya neden olan olaydan farklı şekilde etkilenir. Bazıları travma sonrası dönemde kendiliğinden bir iyileşme gösterirken, bazıları travmatik olayın üzerinden uzun bir zaman geçse bile travma sonrası stres sendromu belirtileri göstermeye devam ederler. Yaş, olaya uzaklık, kişilik yapısı, destek sistemleri, olayın algılanışı ve yorumlanışı gibi etmenler kişilerin travmaları nasıl yaşadıklarını belirleyen faktörlerdir. Kişi yaşadığı travmayı normal yaşantının çok ötesinde ve baş edilemez olarak görüyorsa, kişinin olaydan sonra profesyonel bir yardım almasında yarar vardır.

Röportaj:
Emre Konuk
DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü Kurucu Başkanı

Emre Konuk
Konuk, Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Derecesi’ni Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümünden aldı. Aile Terapisi eğitimini Mental Research Institute, Palo Alto-Kaliforniya’da yaptı. Aynı enstitüde Brief Therapy Center’da terapist olarak çalıştı. 1985’te Türkiye’de psikoterapi mesleğinin kurulmasını sağlamak ve kişilere, ailelere ve organizasyonlara psikolojik ve kurumsal hizmetler vermek amacıyla DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü’nü kurdu.

Emre Konuk, DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü ve Türk Psikologlar Derneği İstanbul Şubesi Başkanı olarak 17 Ağustos 1999 Marmara depreminde, EMDR Institute-Humanitarian Assistance Programs (HAP) eğitmenleri ile ruh sağlığı hizmeti veren profesyonellerin, travma terapisi konusunda eğitim alabilmeleri için bir işbirliği anlaşması yaptı. 1999 yılından günümüze kadar 1.000’in üzerinde Psikolog, Psikiyatrist, Psikolojik Danışman ve Sosyal Hizmet Uzmanının EMDR Terapisi Eğitimlerini almalarını sağladı. 2012 yılında EMDR Europe ve EMDR Institute’dan, Akredite EMDR Eğitmeni unvanını aldı. Konuk ve ekibi, son 17 yılda pek çok felakete ve terör olaylarına psikolojik müdahalede öncü rol oynadı. Ayrıca meslektaşlarına mesleki gelişimlerine yarar sağlayacak eğitimleri de Enstitünün kurulduğu zamandan bu yana vermeye devam etmektedir.

Psikoterapi mesleğinin Türkiye’de yerleşmesine büyük katkısı olan Emre Konuk halen Bilgi Üniversitesi’nde Çift ve Aile Terapisi yüksek lisans programı çerçevesinde eğitim vermektedir. Konuk 2011 yılından beri EMDR Derneği’nin ve 2014 yılından beri de Çift ve Aile Terapileri Derneği’nin Yönetim Kurulu Başkanlığı görevlerini yürütmektedir.