Annelik

Anne olacağını ilk duyduğunda çok mutlu olmuştu. Artık tam bir aile oluyorlardı. Bu haberi tüm sevdikleriyle paylaştı, herkes sevincine ortak oldu. Zamanla “Nasıl doğum yapacağım, doğuma nasıl hazırlanmalıyım, bebek için hangi doğum yöntemi daha iyi? Bebeğimi besleyebilecek miyim? Ona iyi bir anne olabilecek miyim?” gibi sorular aklını kurcalamaya başladı. Birçok kitap okundu, doktorlar ile konuşuldu, internetten araştırmalar yapıldı, aynı tecrübeyi yaşayanlarla bu süreç paylaşıldı. Bir taraftan doğuma hazırlanırken diğer taraftan bebeği doğduğunda kendisini nelerin bekleyeceğini düşünmeye başladı.

Doğumla birlikte bambaşka boyut kazanan yaşam mutluluk, kaygı, huzur, endişe, güvensizlik gibi farklı duyguları ve “Şimdi ne yapacağım.” düşüncelerini de beraberinde getirdi. Her şeyi en iyi ve en doğru şekilde yapmalıydı. En küçük bir hata ve kusur olmamalıydı. Doktorlar iki saatte bir emzir diyorlarsa iki saatte bir emzirmeliydi. Kaynaklar ayağınızda sallayarak uyutmayın diyordu, o zaman bu yapılmamalı, uyuması için bebeğini yatağına koymalıydı. Ara öğünleri atlamamalıydı, beslenmesine çok dikkat etmeliydi.

Artık bebeği büyüyordu, çalışmayı istiyor ama onu kimseye bırakamıyordu. Onun hep yanında olmalıydı. Evde hijyene çok dikkat edilmeliydi. Mutlu olması için elden ne geliyorsa yapmalı, her şeyi anlatmalı ikna ederek çözmeliydi. Gelişimini takip eden bir uzman olması da önemliydi. Derken yıllar böyle geçti…

Annelik duygusunu tadan ya da hazırlanan birçok insan yukarıda bahsedilen duygu ve düşünceleri deneyimlemiş olabilir. Anne olmaya karar verdiğimiz ve hazır hissettiğimizde başlayan bu süreç doğumla beraber bambaşka bir hal alır. Doğumdan hemen sonraki ilk iki-üç ay gerçekten zorludur. Çok isteyerek sahip olduğu yavrusu, anneyi aynı zamanda bir bunalımın içerisine de sürükleyebilir. Annenin bebeğiyle sürekli yapışık yaşama hali, yaşamının kısıtlandığı düşüncesi onu baş edilmesi güç bir noktada bırakır. Bazen yaşamının bittiği fikrine kapılan anne, “Acaba çocuğuma yetebilecek miyim?” endişesini de yaşar.

Eksiksiz Ebeveyn Olma Arzusu

Günümüz anne babaları yanılmadan hiç yanlış yapmadan kusursuz çocuklar yetiştirmek isterler. Bunun için daha önce çocuk yetiştirmiş kişilerin deneyimlerden ziyade pedagoji kitaplarının, çocuk doktorlarının ve uzmanların söylediklerini daha çok dikkate alırlar. Her şeyin bilimsel olmasına ve uzmanların söylediğine harfi harfine uymaya daha çok önem verirler. Kitapların ve uzmanların önerileri doğrultusunda bebek aç olmasa da saati geldiği için yedirirler, uykusu yoksa da uyuması gereken saatte uyutulur. Kardeşiyle hep güzel oynaması, onu hiç kıskanmaması genel anlamda uyumlu bir çocuk olması konusunda ne gerekiyorsa üzerinde titizlikle durulur. Tüm bunları yaparken “eksiksiz ebeveyn” olma isteği ile yola çıkıp kendi sezgilerinin, içgüdülerinin ne kadar kıymetli olduğunu unutabilirler.

Winnicott’a (1956) göre, annenin bebeğine bakım verebilmesi için onunla özdeşim kurması, başka bir deyişle bebeğinin neye ihtiyaç duyduğunu hissetmesi gerekir. İşte birincil annelik meşguliyeti adını verdiği süreç hamilelik boyunca annenin bu özdeşimi gerçekleştirmesine olanak verir.

Winnicott,(1949) annenin çevreden uzaklaşarak içine kapandığı ve doğacak bebeğine odaklandığı bu süreci “normal bir hastalık” olarak da tanımlar. Doğumdan sonraki haftalarda giderek etkisini yitiren bu duyarlılık hali zamanla yerini yeterince iyi anneye bırakır. Artık anne bebeğinin tüm ihtiyaçlarını bekletmeden eksiksiz karşılamakla yükümlü değildir; geçici yetersizlikler sergileyebilir; ancak bunlar hiçbir zaman bebeğin katlanma yetisini aşmamalıdır. (Winnicott’dan aktaran Mathelin, 2012)

Çocukta çaresizlik ve yalnızlık hissi yaratmayan ebeveyn yeterince iyidir. Çocuğunuz çok uzun süre aç kalmıyorsa bu çocuğunuzu beslemek konusunda yeterince iyi bir ebeveyn olduğunuzu gösterebilir. Winnicott’a (1956) göre, bazen gecikmeler ya da yanlış anlamalar olsa da çoğunlukla bebeğin ihtiyaçları yeterli bir zaman içinde karşılanırsa, bebekle anne arasında güvenli bir bağ kurulmuş olur. Çocuğunuz yaşamın doğal akışı içinde zaman zaman engellemelerle karşılaşacak, hayal kırıklıkları yaşayacak, istedikleri olmayacak, mutsuz olacak ve bazen sevilmediğini hissedecektir. Önemli olan bu hissi hiç yaşamaması değil, bu hissi sık yaşamamasıdır. Yaşamın içinde olumlu olumsuz tüm yaşantılar yer almakta ve bunlar çocuğun baş etme becerisinin gelişmesini sağlamaktadır. (Winnicott’dan aktaran Mathelin, 2012)

Anne ile Kurulan Bağ

“Bağlanma, her iki tarafın birbirlerinin gereksinimlerini karşılamasına bağlı olarak gelişen bir süreç olduğu için iki yanlı bir ilişkidir. Yeni doğan bebeğin yaşamını sürdürebilmek için temel gereksinimlerini karşılayacak bir yetişkine ihtiyacı vardır. Bebeğe bakan kişi, bu gereksinimleri yalnızca bir görev olarak algılamakla kalmaz, bu eylemlerden mutluluk ve doyum da sağlar. Bu etkileşim de anne baba ve bebek arasındaki bağı giderek güçlendirir. Bebeğin ağlaması, gülmesi, emmesi ve temas etmesi gösterdiği bağlanma davranışlarıdır. Bu davranışların sürekli olarak yinelenmesi sevgi, güven ve memnuniyet duygularını geliştirir.” (Köse, D., ve arkadaşları, 2013)

Bebeklikte güvenli bağ kurabilmiş olan bebeğin büyüdükçe güven ihtiyacı farklı şekillerde ortaya çıkar. “Ebeveynlerle Sohbet” kitabında Winnicott’un (2013) belirttiği gibi, çocukların kendilerini güvende hissetmesini sağlayarak aslında aynı anda iki şeyi birden yaparız. Bir yandan bizim yardımımız çocuğu beklenmeyenlerden, istenmeyen davetsiz misafirlerden, henüz tam olarak tanımadığı ve anlayamadığı bir dünyadan korur.

Diğer yandan da, yine bizim sayemizde kendi dürtülerinden ve bu dürtülerin yaratabileceği etkilerden korunur. Güvenilir bir şekilde varlığımızı hissettirerek ve kendimizle tutarlı olarak, bebeğe katı olmayan, canlı ve insani bir istikrar sunarız, bu da bebeğin kendini güvende hissetmesini sağlar. Bebeğin büyümesini sağlayan, içselleştirip taklit edeceği şey tam da budur. Başlangıçtaki koruma evresinin ardından anne dış dünyaya yavaş yavaş kapıları açar. Çocuk kendini özgürce ifade etme fırsatı yakalar. Çocuğun güvenliğe ve denetime karşı verdiği bu savaş bütün çocukluk dönemi boyunca sürerken denetim hala gereklidir. Ergenlikte de tüm güvenlik önlemlerini, kuralları, düzenlemeleri ve disiplin öğelerini sınamaya devam ederler. Ergenler aynı zamanda bu denetimi yıkabileceklerini de kanıtlamak ve kendi özgün kimliklerini oluşturmak zorundadırlar. Gerçek gelişimin ortaya çıkması için geniş bir hareket alanına ihtiyaç vardır ve bunu sağlayan da kişiler arasında kurulan ilişkilerdir.

Yetişkinliğe kadar devam eden bu süreçte anne dış dünyaya açılacak kapılara izin vermediğinde, çocuk ya da ergen kendini bulmakta ve ortaya koymakta güçlük yaşayabilir. Annenin isteklerine tümüyle hapsolmuş çocuk kendini yapılandıramaz. Anneyi memnun etmeye yaşamını odaklar veya aşırı tepkisel olur. Bu durum gelişim aşamalarını zorlaştırabilir. İşte “Yeterince Annelik” kavramı bir boyutuyla da burada devreye girer ve her şeyi kusursuz yapma hedefiyle yola çıkan anne, farkında olmadan çocuğunun önünde set olabilir.

Bir annenin her şeyi kitabına uygun yapması da mümkün olmayabilir. Freud’un tavsiye isteyen bir anneye verdiği karşılığı hatırlayalım: “Ne yaparsanız yapın, nasıl olsa kötü olacak.” (Mathelin,2012). Bu cümleler ilk duyulduğunda suçlayıcı bir anlam düşündürtmekle birlikte; Freud’un asıl vurgulamak istediği, anne babanın kusursuz olamayacağıdır. Annelik İçgüdülerine güvenerek çocukla kurulacak bağ, en doğal ve en koruyucu olan olacaktır.

Yazanlar:
Asude Işık Tunca
Psikolojik Danışman

Belkıs Elitaş
Psikolojik Danışman