Duvar

Sıkılmıştı. Artık o duvarın ardında gizlenmek istemiyordu. Yıllardır o kalın duvarın ardına hap solmuş, içeride olanları izliyordu. Hapsolduğu günden beri çok şey görmüş çok şey yaşamıştı.

Bir gölge gibi yaşardı. Duvarlarda gizlenip etrafını gözlemlerdi. O, özgür olduğu zamanlarda da fark edilmezdi. Onun bu zayıflığını gören duvarlar onu kendisine doğru çekmişti. O sınırların içine girmişti yavaşça. Dört duvar arasında kalan bölgede olup bitenleri izlemekti tek yapabildiği. Ne olanlara karışabilirdi, ne de duvarları terk edip başka dünyalara gidebilirdi… Tek yaptığı insanların onu göremeyeceği, gerçi hiç görmezlerdi zaten, bir yere gidip saklanmak, oradan dünyayı yorumlamaktı.

Orada yaşanan kavgaları, haksızlıkları, yalanları, iyilikleri görmüştü ama dışarıda neler olup bittiğini bilmiyordu. Hatta nerede olduğunu bile bilmiyordu. Olaylara karışamıyordu. Olanlara tanıklık etmekten başka hiçbir şey yapamıyordu. Bir gölge gibi duvarların, onu içinde tutan sınırların, arasında gezinirdi. Şu ana kadar bu sınırları aşma gereğini hiç duymamıştı, insanların birbirleriyle ilişkilerini gözlemekten memnundu, görünmemekten memnundu.

Bir sabah, güneş doğarken gözlerini bir gürültüyle açtı, iki çocuk kavga ediyordu. Tam da kavga sayılmazdı aslında, küçük çocuk iri yarı olana karşılık veremiyordu. Siyah saçlı, sıska olan, üzerine doğru yürümekte olan sarışın, iri yarı çocuğa yüzünde bir dehşet ifadesiyle bakıyordu. O küçük çocuk ne yapmış olabilirdi ki diğeri ona bu kadar büyük bir nefret duyuyordu? İri çocuk, küçüğün yakasını tuttu ve onu silkelemeye başladı. Ne istiyordu ondan? Gölge duyamıyordu. Seslenmek istiyordu ama sesi çıkmıyordu. O sadece ışığın bir oyunuydu. Sesi çıkmazdı, hissedemez, koklayamazdı. İnsan bile sayılmazdı! İnsanların hayatlarına, arkadaşlıklarına, davranışlarına uzaktan bakabilirdi ancak. Peki, ne yapmalıydı? Elinden bir şey gelmiyordu. Şu ana kadar bu duvarın arkasından nice olaya tanık olmuştu. Birbirine yalan söyleyen iki arkadaş, birbirlerine iftira edenler… En büyük haksızlık neydi peki? En büyük haksızlık, bu tür olayları görmek ama ses çıkarmamaktı. Belki hiç tanımadığı birine haksızlık yapılıyordu, belki de tanıyordu. Fark etmezdi. Bu haksızlık ona yapılsaydı ve dışarıdan bir gölge orada hiçbir şey yapmadan onu seyretseydi ne hissedeceğini düşündü. O an bu vicdan azabı, kalbine bir hançer gibi saplandı. Artık bu duvarı terk etmeliydi. Buradan kurtulmanın, dünyaya dahil olmanın, sadece bir gözlemci olmaktan çıkıp olayların içinde bulunmanın zamanı gelmişti. Tek gereken azim ve cesaretti. Duvarları yıkmanın tek yolu buydu. O iri yarı çocuğa karşı çıkmasını sağlayabilecek tek şey cesaretti. Peki, onu bulabilecek miydi?

Girdiği gibi çıkabilmeliydi bu duvarlardan. Tek çaresi buydu. Peki nasıl girmişti duvara? Yavaş yavaş elbette… Oraya ait olduğuna inanmaya başladıkça duvarlar ona kollarını açmıştı. Duvarlar onu kendilerine çekiyordu, insanlardan uzaklaşırken bulduğu ilk yere sığınmıştı. Kendine olan güvenini tamamen yitirmişti, kimse ona yardım etmiyordu. Neler olmuştu? Bir anda insanların gözüne görünmez olmuştu. Bir gölgeden farklı değildi. Onlar nereye giderse oraya gidiyordu. Herhangi bir iradesi yoktu. Duvara vuran yansıması dışında görülmesi mümkün değildi.

Duvarlara, oraya ait olduğuna inanarak girmişti: şimdi de oraya ait olmadığına inanarak çıkmalıydı. Kendisi hakkındaki düşünceleri, başkalarının onun hakkındaki düşüncelerini etkiliyordu. O kendine acıdıkça başkaları daha çok acıyor: o kendini yok etmeye çalıştıkça insanlar onu yok sayıyordu. Başını dik tutmaya karar verdi.

Önce kollarını sıvanın arasından dışarı çıkarmayı denedi. Olmuyordu, “inanmalısın!” dedi kendi kendine. “Kendine inanmalısın!” Denemeye devam etti. Biraz daha uzattı elini. Artık hissedebiliyordu. Eline değen havanın hissi olağanüstüydü. Daha önce kendini bu kadar ferahlamış ve özgür hissettiğini hatırlamıyordu. Çok mutluydu. Önce bir iki kişi fark etti onu. Sınırlarından kurtulmak üzere olan bu insanı. Daha sonra diğer elini uzattı içeri, imkansızı başarıyordu! Dünyanın sesini duyabiliyor, kokusunu alabiliyor, dünyayı tadabiliyordu. Duvardan sıyrılmakta olan gölgenin yanına birkaç kişi daha toplandı, insanlar onu fark ediyordu. Bu mümkün müydü? Bu özgüvenle ayağını attı dünyaya doğru. Daha sonra da diğer ayağını. En sonunda kurtuldu duvarlardan. Uzun sürmüştü ama olsun, başarmıştı.

Şimdi sıra iri yarı çocuğun yaptığı haksızlıktaydı. Onu sınırlarından çekip kurtaran cesaretini tekrar toplamaya çalıştı. Tamamını harcamamış olduğunu umdu. Kalan cesaretini topladı ve çocuğun yanına gitti. “Ne yapıyorsun sen? O çocuk sana ne yaptı, ne istiyorsun ondan?” diye sordu. Anlaşılan çocuk onu daha önce hiç görmemişti, ona kimsin sen, kiminle konuştuğunun ve ne dediğinin farkında mısın der gibi bir bakış attı. “Öğle yemeğimi evde unutmuşum. Bu cömert arkadaşımız da bana borç veriyordu.” dedi alay ederek. Bu çocuk, dersini almalıydı. “Rahat bırak onu!” diye bağırdı. Sesinin bu tonda çıkabileceğini bilmiyordu, iri çocuk önce biraz tereddüt etti ama sonra sinsice gülümsedi. Yüzünde o şımarık tavırla “Bırakmazsam ne olur?” dedi. Bu söz yeni canlanmış gölgeyi küplere bindirdi. Önce küçük çocuğu onun elinden çekti, sonra çevik bir hareketle cüzdanını. Küçük çocuk koşmaya başladı, diğer çocuğun peşinden geleceğini düşünüyordu. Oysa o kendi derdindeydi. Bu davetsiz misafir kendinden çok emindi ve haksızlıklara katlanamıyordu. Böyle biriyle baş edilemeyeceğini biliyordu, iri çocuk bunu anlayabilecek kadar zekiydi. Yüzünde kindar bir ifadeyle oradan uzaklaştı.

Duvarlardan sıyrılan, bu çocuk bir şey fark etti. Kendisi duvarların ardındayken sadece kendi derdindeydi. Ancak dışarı çıktığında, duvarların arkasına gizlenmiş başka gölgeler de olduğunu fark etti. Kendisi nasıl kurtulduysa onlar da kurtulmalıydı. Onlar da kendine inanmayı öğrenmeliydi.

Onunla aynı sorunu yaşayan bu kadar fazla insan olduğuna inanamıyordu. Duvarların ardındaki gizemi yeni fark ediyordu. Yıllardır orada birbirinden habersiz onlarca insan aynı problemi yaşıyordu. “Kendinize inanın.” dedi. “Duvarlarınızı yıkmanın tek yolu bu. Cesaretinizi toplayın ve kendi sınırlarınıza meydan okuyun. Eskiden ben de dünyaya dışarıdan bakıyordum. Sizin gibi bir gölgeydim. Hiçbir şeye karışmıyordum, tek yaptığım dünyaya dışarıdan bakmaktı. Ancak bu duvarları yok ederken ve özgürleşmeye çalışırken çok önemli bir şey fark ettim, insanlar, bizim hakkımızda, biz kendi hakkımızda ne düşünüyorsak onu benimsiyorlar. Kendimize saygı duyuyorsak, kendimize güveniyorsak insanlar da bize saygı duyar.”

Son bir kez daha o yıkıntılara baktı. Yıktığı hapishanenin kalıntılarını inceledi. Orada önce endişe, korku ve umutsuzluk: daha sonra da azim, kararlılık ve cesaret gördü. Oradan uzaklaştı, bir kez bile arkasına bakmadan. Bir daha o yıkıntılara geri dönmeyeceğim, dedi içinden ve bir daha da dönmedi.

Yazan:
Nazlı Uğur Köylüoğlu

Duvar - Nazlı Uğur Köylüoğlu
Vehbi Koç Vakfı Koç Özel Ortaokulu’nun düzenlemiş olduğu “Cevat Şakir Kabaağaçlı Öykü Yazma Yarışması” sonucunda hazırlanmış olan öykü kitapçığında, 8-A sınıfı öğrencimiz-Nazlı Uğur Köylüoğlu’nun “Duvar” isimli öyküsü yayımlanma hakkı kazandı. Nazlı’nın kaleminden insanın kendine koyduğu duvarlara anlamlı bir sesleniş…