Korkudan Cesarete

“Korku, bazen ayaklarımıza kanat takar; bazen de ay aklarımızı yere çiviler. ”
– Montaigne

İnsanın en temel ve en eski duygulanımlarından biridir korku. Doğduğumuz andan itibaren başlarız korkmaya ve hep bir şeylerden korkarak devam ederiz yaşamaya. Karanlıktan, yalnız kalmaktan, hayaletlerden, yüksekten, başarısızlıktan, bazen de başarılı olmaktan, yalandan, terk edilmekten, kaybetmekten, ölmekten, yaşamaktan, geç kalmaktan, bilmemekten, sevmekten, sevilmemekten, acı çekmekten, gök gürültüsünden, uçağa binmekten, ayrılmaktan, büyümekten, parasız kalmaktan, belirsizlikten, sınavdan, yılandan, böcekten, asansöre binmekten, korkmaktan…

Var olduğumuzu hissettiğimiz andan itibaren bize eşlik eden korku duygusu yaşamımızdaki tüm kararlarımıza ya da kararsızlıklarımıza neredeyse yön verir, gerçekleştirdiğimiz tüm değişimlerde kendini hissettirir. Aslında yalnızca bireysel tarihimizi değil, insanlık tarihini de korkularımızın yönlendirdiğini söyleyebiliriz. Doğanın bilinmezliği ve korkutuculuğu karşısında mağaralara sığınan ilk insanlardan günümüze pek de bir şeyin değişmediğini rahatlıkla görürüz. Hala doğayı kontrol altına alma çabaları, teknolojik ilerlemeler, tıbbın ölümsüzlük arzusunun gün geçtikçe şiddetlenmesi, bireysel yaşam alanlarımızın kısıtlanması, güvenlik endişesi nedeniyle sitelerde yaşanmaya başlanması… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Öyleyse burada şu soruları sorabiliriz? Korku bir engel midir? Yoksa insanı koruyan dahası onun gelişimine neden olan yararlı bir düzenek midir?

Güzelsoy (2012), “Değil Efendi’nin Renk ve Korku Meselleri” adlı romanında kahramanlarına bu soruları sordurtur. Kahramanlarından ilki korkunun ne kadar vazgeçilmez olduğunu anlatır. Korkunun olmadığı bir dünyada kendimizi ve sevdiklerimizi koruyacak donanımı elde edinemezdik. Korku olmasaydı duyarsız, saldırgan varlıklar olurduk. Hiçbir tehlike için önlem alamaz, çöker giderdik. Korkusuz bir dünya zalim olmak zorunda kalırdı; çünkü bizi başkalarını incitmekten alıkoyacak becerileri edinemezdik. Korku aklın, sağduyunun, sağlıklı bir hissedişin kılavuzudur, ikinci kahraman ise korkunun ne kadar berbat bir şey olduğunu anlatır. Korku bizi zevkten mahrum eder, onun olduğu yerde haz olamaz. Korku yüzünden aşkımızdan, tutkumuzdan hatta bazen yaşamımızdan vazgeçeriz. Korku yüzünden tüm potansiyelimizi heba ederiz. Korkunun olduğu bir yerde başka bir duygunun yaşama şansı kalmaz; çünkü korku kanser gibi yayılır.

Peki, bu iki kahramanın içinden çıkamadığı, açık bir cevap veremediği bu sorulara biz nasıl yaklaşacağız? Aslında her iki düşüncenin de haklı olduğunu söyleyebiliriz. Korku engel olabildiği kadar, eğer dönüştürülebilirse bizi geliştiren bir sürecin başlamasına de neden olur. Korkuyu dönüştürebilme noktasına ise ancak korkunun ne anlama geldiğini yani neden korktuğumuzu kavrayarak varabiliriz.

İnsan Neden Korkar? “Korku” Nedir?

Korku kavramını açıklarken kaygı ve fobi kavramlarına da değinmek gerekecektir; çünkü korkunun ne anlama geldiğini ve nasıl bir işlevi olduğunu bu kavramlar sayesinde açık bir şekilde görebiliriz. Korku “Gerçek bir tehlikenin ya da tehlike olasılığının, düşüncesinin uyandırdığı kaygı duygusu” olarak tanımlanmaktadır. Aynı zamanda “kötülük ve zarar gelme olasılığı” anlamına da gelir. Bu duygu tüm canlı türlerinin düşmanlık ve tehlike karşısında yaşamda kalmasına olanak tanır. Korkumuz bizi korur.

Kaygı ise “Kötü bir şey doğacak diye duyulan üzüntü, tasa” anlamına gelmektedir. Bu iki kavram sıklıkla birbirinin yerine kullanılmakla birlikte korku ve kaygı arasındaki ilk ayrımı felsefeci Soren Kierkegaard yapmıştır. Kierkegaard (1999), “Kaygı kavramı” adlı yapıtında, kaygının hep belirsiz olduğunu buna karşılık korkunun belli bir şeye yönelmiş olduğunu, bir nesneye bağlı olduğunu belirtmiştir. Bu nesne bazen bir köpek, bazen bir hayalet vb. olabilir. Sigmund Freud da aynı şekilde kaygıda nesne olmadığını, kaygının içsel bir nedenden (içsel çatışmalardan) kaynaklandığını ve bilinçdışı olduğunu söyler.

Yani insan bilinçli bir şekilde neden kaygılandığını bilemez. Korkuda ise bir nesne vardır, dolayısıyla adlandırılabilir, tanımlanabilir. Bu yüzden korkuyla daha kolay baş edilebilir. Kaygının getirdiği bilinmezlik ve belirsizlik karşısında benlik korkulan bir nesne üretecek ve bu şekilde kontrolü de sağlamış olacaktır. Kontrolü sağlamak demek rahatlamak demektir. Öyleyse korkunun en büyük işlevinin benliği bir anlamda rahatlatması olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bu durum oldukça tanıdıktır. Hepimiz çocuklarla olan deneyimlerimizden biliriz ki, çocuklar korktuğu şeyleri görmek, sıkça da onlarla ilgili konuşmak isterler. Örneğin korktukları bir çizgi film karakteri varsa o çizgi filmi korkarak izlerler, yatarken hayalini kurarlar, her an karşılarına çıkmasından korkarlar. Aynı zamanda onunla ilgili konuşuyor olmaktan, bu korkunun gündemde olmasından bilinçdışı bir haz da duyarlar. Hatta korkulacak bir şey olmadığı onlara açıklanmaya çalışıldığında direnç gösterirler. Sanki korkuları ellerinden alınacakmış gibi hissederler. Bunun nedeni kendilerini kaygıya karşı koruyan korkuya bir süre daha ihtiyaç duymalarıdır.

Fobi ise “Kişinin belirli nesneler ya da durumlar karşısında duyduğu, kapıldığı, baskılı, kaygılı, olağan olmayan, hastalık derecesinde korku” olarak tanımlanmaktadır. Korku beklenmediklik, birdenbirelik ve şaşkınlığa bağlıyken fobide söz konusu olan bir bekleme durumudur. Fobi bir anlamda korkudan korkmaktır. Daha doğrusu korkunun gelmesinden, korkulu durumun ortaya çıkmasından kaygılanmaktır (Parman, 2004). Örneğin köpek fobisi olan birini düşünelim. Bu kişi neden korktuğunu bilmekte ve korktuğu durumla yani bir köpekle karşılaşmaktan korkmaktadır. Bu nedenle korktuğu durumla yani bir köpekle karşılaşmamak için kendince önlemler almakta, durumu kontrol etmeye çalışmaktadır. Nasıl bir nesneden korktuğunu bilmekte, onu tanımakta ve adlandırmaktadır. İçsel kaygılarını tek bir durum üstünde (köpekler üzerinde) toplayarak ruhsal olarak bir anlamda rahatlamıştır. Yaşamın tüm alanlarına yayılmış nedeni belirsiz bir kaygı yerine şimdi yalnızca neden korktuğunu bildiği bir durumla karşı karşıyadır.

P.L. Assoun, tüm fobik yaşantıların temelinde karanlık, sessizlik ve yalnızlık olduğunu belirtir. Zaten karanlık tüm belirsizlikleri gündeme getirir, sessizlik ise yalnızlığı. Çocukluktan yetişkinliğe uzanan tüm korkularda bu üç durumu rahatlıkla görürüz. Uçak korkusunu düşünelim ya da asansör korkusunu, âşık olmaktan ya da terk edilmekten korkmayı…  canavar, hırsız, yabancı korkusunu… Hemen hepsinde varlığımızı tehdit eden karanlığı, yalnızlığı, sessizliği, belirsizliği fark etmemek mümkün mü?

Korku ile ilgili üzerinde durulması gereken konulardan bir tanesi de, korkulan nesnenin bilinmesinin korku duygusunu her zaman ortadan kaldırmadığıdır. Yani korkmak için her zaman gerçekçi bir neden olması gerekmez; çünkü korku algıya bağlıdır. Yani korkmanın, korktuğumuz nesnenin bizim için özel, içsel bir anlamı vardır. Özellikle fobik durumlarda kişi zaten korkusunun doğal olmaktan çıktığını, olağan olmayan bir korku yani fobi durumuna geldiğini biliyordur. Anlamsız olduğunu bilmesi korkusundan ya da fobisinden kurtulmasına yol açmaz. Bu durumu çocukların korkularında da görürüz. Çocukların korkuları karşısında anne babaların gösterdiği ilk refleks korkulacak bir durumun olmadığını açıklamaktır. Bu bazen işe yarar; çünkü çocuk bilişsel olarak geliştikçe belirsizlikler azalacaktır. Anlamaya çalıştıkça kontrol edebilmeye çalıştığını da düşünecektir. Bazen de ısrarlı açıklama çabaları çocuğun kendisini kötü hissetmesine yol açar. Bir anlamda ruhsal olarak ihtiyacı olan korkusu elinden alınmaktadır. Bu durumda çocuk, sahip olduğu korkusu yerine başka bir korkuyu koyarak ihtiyacı olan şeyi sağlamaya devam edecektir.

“İhtiyacım olan şey, beni korkutur.”
– Philippe Jeammet

Korku Engel Olduğunda…

Korku bazen de engeldir. İlerlememizi, büyümemizi, gelişmemizi engeller. Peki, hangi korku engeldir? Yaşam alanımızın geneline yayılan, hareketlerimizi kısıtlayan, düşüncemizin geneline yayılan korkular önemlidir. Bir anlamda korkunun koruma işlevi fazla gelmiştir. Korumak yerine sıkmakta, hatta boğmaktadır. Belli bir durumdan korkma durumu yalnızca o durum ile sınırlı kalmamış yaşamın tüm alanlarına ya da kişinin tüm düşüncelerine yayılmıştır. Örneğin gök gürültüsü fobisi olan bir kişi yalnızca yağmur yağdığında ya da hava kapalı olduğunda gök gürültüsü gerçekleşeceği ihtimali ile kaygılanır; ancak bu korku yaşamının tüm alanına yayıldığında durum farklılaşır. Bu durumda hareket edemez hale gelir. Her an gök gürültüsünün gerçekleşme olasılığının kaygısını yaşar. Her an korkusunu bekler.

Korkunun engel haline gelmesinin de aslında kişi için bir anlamı vardır. Bu durum artık benliğin taşıyamayacağı yüklerin olduğu ve içsel kaygılarının arttığı anlamına gelir. Bu noktada bu kaygıların nedenini anlamak, onları ele almak ve dönüştürmek gerekecektir.

Çocukların Korkuları, Çocuksu Korkular…

Çocukken korktuğunu hatırlamayan var mıdır? Karanlık koridorlardan koşarak geçtiğini, rüzgârdan sallanan perdenin arkasında cinleri, perileri hayal ettiğini, kalabalıklarda kaybolmaktan korktuğunu, yatağında duyduğu tıkırtılar nedeniyle uyuyamadığını, okulun ilk günü annesinin elini bırakmadığını hatırlamayanımız var mıdır? Korkular en somut şekilde çocuklukta görülür. Sigmund Freud çocukların ilk fobilerinin “Karanlık ve yalnızlık” olduğunu söyler. Çocuk büyüdükçe ve dünyayı daha çok tanıdıkça önce korkuları artar. Bilmediği, büyüdükçe de değişen ne çok şey vardır. Önce ani hareket eden ve ses çıkaran nesnelerden korkar; ancak farkına vardığı ilk korkusu yabancı korkusudur. Daha sonra bedenin zarar görmesine ait korkular, hayvan korkuları öne çıkar. Çocuğun bilişsel yetileri geliştikçe öğrenilmiş korkular da başlar. Korku toplumsal bir boyut alır. Hırsızdan, cinlerden, perilerden, canının acımasından, hayaletlerden, canavarlardan korkmak bunlardan bazılarıdır. Çocuk biraz daha büyüdüğünde, soyut kavramları anlamaya başladığında ise ölüm korkusunu yaşar. Yakınlarının ölmesinden korkar. Burada çocuk yakınlarını kaybettiğinde asıl “Kendisine ne olacağı” sorusunu sorar. Belirsizlik bu korkunun devam etmesine neden olur. Ölüm kavramını tam olarak kavrayamaz; çünkü bu durumu yetişkinler de tam olarak bilemez ve açıklayamaz.

Belirsizliklerle dolu dünyaya geldiğimiz anda başlayan korkular yaşamımız sona erene kadar devam eder. Korkular tamamen yok olmaz, birinin yerini diğeri alır. Yer değiştirir. Bunun yine en somut örneği çocuklukta görülür. Bir çocuk düşünelim: Hırsızdan çok korkuyor ve bunu bir süre konuşuyor sonra bu korkusu yerini filmlerde izlediği korkutucu bir kahramana bırakıyor sorasın da ise karanlıktan korkuyor. Burada çocuğun ilk yapacağı korkusunu konuşmak, anne babası ile paylaşmak olacaktır. Sürekli konuşma ihtiyacı korktuğu nesneyi bilinir kılma çabasıdır. Böylelikle korktuğu nesneyi daha iyi kontrol edebilir; çünkü artık nesne tanıdıktır. Başka stratejiler de geliştirir. Neyin kendisini sakinleştirdiğini, neyin kendisine iyi geldiğini bilir ve onu ister. Annesini çağırır, ışığı açık bıraktırır ya da korktukça anne babasının yatağına gider. Çocuk böylelikle korkusu ile baş etmektedir. Bu bir süre devam eder. Sonra yaşadığı korku yerini başka bir korkuya bırakır. Burada en önemli nokta çocuğun korkusunu ifade edebilmesi, kendisine neyin iyi gelebileceğini bilebilmesi, onunla nasıl baş edebileceği ile ilgili stratejiler geliştirebilmesidir.

Çocuklar korkmaları için bir neden olmadığı kendilerine açıklandığında birden fazla duygu yaşarlar. İlk olarak kızarlar; çünkü anlaşılmamaktadırlar. Sonra utanırlar, sanki bu dünyada bir tek kendileri korkmaktadır. Bir kısır döngü gibi kızgınlıkları utanca, utançları kızgınlığa dönüşür. Evet, herkesin korkuları vardır. Hatta tüm korkular bir anlamda çocuksudur. Hepimizin çocuksu korkuları vardır. Hepimiz bir çocuk gibi korkarız. Yetişkinlerle aradaki tek fark çocukların bu korkularını daha doğrudan ve somut bir şekilde ifade edebilmesidir.

Çocuğun yaşamındaki belirsizlikler, değişiklikler de kaygı durumunun tetiklenmesine neden olduğundan korku duygusunu açığa çıkarır. Belirsizlik zaten kaygı vericidir, değişiklikler de belirsizliği gündeme getirir. Taşınma, okul değişikliği, aile bireylerinden birinin hastalığı vb. Bu durumda çocuk duygusal olarak daha çocuksu bir konuma geriler, korkar. Anne baba ile yatma isteği vb. durumlar görülür, daha bağımlı bir duruma gelir. Bu bir süre değişime karşı yaşanan dirençtir. Çocuğun bu süreci atlatabilmesi için duygularının ve ihtiyacının anlaşılması gerekecektir.

Ergen Korkuları…

Yaşamın bir evresinden diğer evresine geçiş değişimleri gündeme getirir ve hiçbir değişim korkudan bağımsız değildir. Ergenlik ise insan yaşamındaki en büyük değişim, dönüşüm süreçlerinden biridir. Ergenlikteki kaygının kaynağı bedensel değişimlerle birlikte dürtüsel ve ruhsal değişikliklerdir. Ergen kendisini hâkim olamadığı tamamen yeni bir durumla mücadele içinde bulur. Her şey değişir; beden, duygular, heyecanlar, düşünceler. Sanki çocuklukta sahip oldukları elinden kaçmaktadır. Bu bilinmezlik korkutucudur.

Değişim önce fiziksel yapıda başlar. Beden ergenliğin merkezindedir. Bu basit görünmekle birlikte aslında en karmaşık alandır; çünkü ruhsal yapı üzerindeki çatışmaların açılışını yapar. Ergen için çocuklukta sahip olduğu ve düzenli olarak değişimlerin söz konusu olduğu bedenin hızlı bir değişime girmesi kolay değildir. Adeta maruz kalınan bir süreçtir. Bedensel değişimler ruhsal değişiklikleri de etkiler. (Jeammet, 2012). Hem içteki hem dıştaki bu değişikliklerle baş etmek kolay değildir. Anlamak, anlamlandırmak için ayna karşısında saatler geçirir ergen. Yeterince güzel değildir, şişmandır, zayıftır, burnu gereğinden fazla büyüktür, sivilceleri vardır. Bunlar ergenin söyleminde sıklıkla yer alır. Ayrıca başkaları tarafından nasıl göründüğü örneğin beğenilip beğenilmediği de son derece önemlidir. Tüm bunlar bedene ait fobilerin öne çıkmasına neden olur.

Annie Birraux ergenlikte sık görülen fobilerin erotofobi (yüz kızarma fobisi), dismorfobi (bedenin değişeceği korkusu) ve hipokondri (hastalık fobisi) olduğunu belirtir; (Birraux’dan aktaran Parman, 2004) aynı zamanda toplumsal fobiler ve okul fobisi de ergenlikte görülen fobilerdendir.

Ergenlikte yalnız beden değişmez. Anne baba ile ilişkiler yeniden tanımlanır. Arkadaşlıklar ön plana çıkar. Tüm kişiler arası ilişkiler değişir. Değişiklik bir ihtiyaçtır. Aksi takdirde ergen, çocukluğa saplanıp kalacak, çocuksu korkularından ibaret olacaktır. Zaten ergenlerin en büyük korkularından biri de çocuk gibi olmaktır.

Ergen bu bilinmeyen yolda ilerlerken savunmalar kullanmak ihtiyacı içine girer. Savunmalar, onun için hoş olmama ya da acı verici olma tehlikesi taşıyan şeylerle doğrudan karşı karşıya kalmamasını sağlayacaktır (Jeammet, 2012). İşte fobiler bu noktada ergen için bir savunma işlevi görecektir. Onu zaman zaman engelleyerek bilinmeyen tehlikelerden koruyacaktır.

Bazen de ergenlikteki değişimler başka yönlere kayar. Tüm değişimler, özellikle bedensel olanlar reddedilir. Öz bakım düşer, fiziksel olarak neredeyse çirkin olma çabası söz konusudur. Kendi görüntüsünü kabul etmek yerine onu göz ardı eder. Sanki hiçbir değişim yokmuşçasına davranır. En azından hoşa gitme, beğenilme riski yoktur. Kimsenin çekici bulamayacağı bir hale gelerek, sorgulamalarına bir son verirler (Jacquet, Huerre, 2012). Aslında ergen değişmekten ve değişimin getireceği yeniliklerden kaçmaktadır. Yani değişimlerle yüzleşmeyi bir süre askıya alarak korkudan kaçmaktadır.

Değişimin neredeyse her alanda yaşandığı bu dönemde korkular ergen için aynı zamanda yapılandırıcı bir işlev görür. Tamamen dağılma tehlikesi kaygısı karşısında ergen, fobileri sayesinde dürtülerini kontrol edebilecektir. Tüm kaygı böylece bir nesne üzerinde toplanacak ve ergeni bir süre kaygısından koruyacaktır. Öyleyse ergenlik korkmadan geçmeyecektir.

Ergenlikte korkan yalnızca ergen midir? Anne babalarında bir anlamda korkulu rüyası değil midir ergenlik? Çocuklarının değişeceğinden, kendilerinden uzaklaşacağından, çocukken olduğu gibi artık ergeni kontrol edemeyeceklerinden korkmazlar mı? Ergenin çatışmalarından, tutarsızlıklarından, korkularından, korkmazlar mı? Hem ergenin korkularının anne babayı korkuttuğunu hem de anne babanın korkusunun ergeni korkuttuğunu söyleyebiliriz.

“Hiçbir değişiklik, korkudan bağımsız değildir.”
– Philippe Jeammet

Korku Korkutur

“Dikkat et, Lara, o kadar hızlı koşma, düşeceksin! Hayır, sakın oraya tırmanma, orası çok yüksek. Dikkat et, o taraf çok kalabalık, dengeni yitireceksin. Aman aman! Ucuz atlattın, öyle yapma, yaralanabilirsin. Yavaş yavaş, beni korkutuyorsun, geri git, geri git, dur… ” Lara yavaşlıyor, geri çekiliyor, koşmayı, tırmanmayı, zıplamayı bırakıyor, büyük kaydıraktan uzaklaşıyor. Kum havuzuna oturuyor; kocaman mavi örümcek oyuncağın tepesine tırmanıp her şeye yukarıdan bakan çocukları izlemekle oyalanıyor.

Lara’yı oyun parkına getiren kişi, kazalardan çok korkuyor. Bu korku yavaş yavaş, tıpkı hareket etmesini engelleyen görünmez bir ağ gibi, Lara’yı da sarıyor. Lara’nın neden oturup bir daha kımıldamadığını anlayabiliriz. Başına gelebilecek felaketlerin listesini dinleye dinleye, kendisi de her şeyden korkar oldu. Lara’ya eşlik eden kişi kendi korkusunu yatıştırmayı başaramıyor. Dışarı taşan korkusuyla nasıl baş edeceğini bilemez oluyor; onu denetim altına alamıyor. Böylece korkusunu Lara’ya da bulaştırıyor. Küçük kız da hareket edemez hale geliyor. (Labbe, 2008).

İnsan için korkunun toplumsal bir boyutu vardır. Çocukluktan itibaren içinde yaşadığımız dünya bize neden korkmamız gerektiğini öğretir. Hayalet, cin, canavar ve uzaylı korkusu bu korkulardan bazılarıdır. İzlenilen filmlerden, televizyondaki haberlerden hatta çocukken okunan masallardan bile hep kendi payımıza korkulacak bir şeyler çıkarırız. Korku öğrenilir. Yalnızca korku değil, korku karşısında verilen tepkiler de öğrenilir.

Aynı zamanda korku kuşaktan kuşağa aktarılır, duygusal olarak yakın olduğumuz kişilerle paylaşılır. Bu süreç bazen bilinçli olarak ilerler. Hangi durumlarda kendimizi korumamız, hangi durumdan kaçınmamız gerektiğinin öğretilmesi gibi. Bazen de bilinçdışı olarak aktarılır. İşte o zaman korku adeta bulaşır ve korkunun kime ait olduğu karmaşık bir hal alır.

Korku bazen de kontrol etmek için kullanılan bir duygudur. Hatta bazen bizzat engellemek için… İçsel kaygılarımızı yatıştırmak için değil, bizim dışımızdaki bir kişinin içsel çatışmalarını, kaygılarını yatıştırma işlevi gören korku engelleyicidir. Bize ait olmadığından gelişmemizi sağlamaz. Bir anlamda bizi başkalarının korkularına hapseder. Tıpkı Lara örneğinde olduğu gibi…

“Senin korkundur beni korkutan…”
– Shakespeare (Romeo ve Juliet)

Ve Cesaret…

Korkunun konu olduğu bir yazıyı cesarete değinmeden bitirmek korkutucu olurdu. Korku korkutur ama aynı zamanda korkaktır da… Güzelsoy’a (2012) göre, cesaret korku ile birlikte var olmak zorundadır hatta cesaret korkunun varlığından meydana gelir. Ortada korkulacak bir şey yoksa cesaret edilecek bir şey de yoktur. Korkuyu dönüştürebilme gücünü yine cesaretimiz sayesinde buluruz. Aynı zamanda cesaret ettiğimiz şeylerden de korkarız. Yani zaten korkumuzla nasıl baş edeceğimiz yine korkumuzun içinde gizlidir. İşte cesaret oradadır. Bizi korkutan içsel nedenlerimiz olduğu kadar, bununla baş etmemizi sağlayacak içsel gücümüzde vardır. Evet, insan yaşamı korkulardan oluşur ama aynı zamanda üstesinden geldiği, baş ettiği korkulardan…

Bizi korkutan içsel nedenlerimiz olduğu kadar; bununla baş etmemizi sağlayacak içsel gücümüzde vardır.

Yazan:
Filiz Torun
Psikolojik Danışman