Proje Değil, “Çocuk”

Uzun yıllardır tartışılan bir konu çocuklarına yeteri kadar zaman ayırmayan, onların ihtiyaçlarını ve isteklerini göz ardı eden aile tutumlarıydı. Son yıllarda ise bu tartışmanın yerini her şeyi çocukların ihtiyaç ve isteklerine göre düzenleyen, yaşamda pek çok işi başarabilen, pek çok alanda kabiliyetli olan çocuklar yetiştirmeyi hedefleyen ailelerin tutumları aldı. Her iki tutum arasındaki en temel benzerlik ikisinin de çocuğun gelişimi üzerindeki olumsuz etkisi…

Her bebek ete kemiğe bürünmeden önce anne ve babasının kafasında bir imge olarak şekillenir… Bu imge anne babasının kendi çocukluklarından getirdiklerinin bir sonucudur. Ebeveynlerinin hayalleri, çocukluk deneyimleri, kendi ebeveynleri ile ilişki örüntüleri, yaşamlarında yapabildikleri ve yapamadıkları çocuk sahibi olmak istediklerinde bu imgenin oluşumu için yemden su yüzüne çıkar. Çocuk, doğarken beraberinde getirdiği kişisel özelliklerini sergilemeye fırsat bulamadan, daha “kendi” olamadan yetişkinlerin kendi geçmiş yaşantılarının ve geleceğe yönelik umutlarının odağında bir yatırım nesnesi olur. Bu durum genellikle ebeveynlerin çocuktan ile ilgili aktarımlarının yanı sıra değişen toplum düzeninden, bu düzen içerisinde yeniden tanım bulan anne-babalık rollerinden, çocuğun ne kadar nitelikli olduğunun anne ve babanın ebeveynlik başarısı ile orantılanmasından yadsınamayacak ölçüde etkilenmektedir.

Bu bakış açısıyla, senaryo genelde şöyle ilerler: Doğdukları, hatta belki anne karnında oldukları andan itibaren her şeyin en iyisi hazırlanmaya çalışılır. Anneler bebeğin ruhu dinginleşsin diye klasik müzik dinler, beslenmelerinde organik yiyecekler tercih edilir ve büyük bir hevesle bebeğe gardrop oluşturulur, tabi yine doğal ürünlerden oluşan kıyafetlerle… Böylece eskiden hiç bilinmeyen ayrıntılar en önemli kriterler halini almaya başlar. Daha okula başlamadan kalemi doğru mu tutuyor telaşını hisseder anne-baba. Eskiden, biraz sosyalleşsin, yaşıtları ile aynı ortamda bulunsun diye gönderilirken çocuklar okul öncesi kurumlara, şimdi o kurumların SBS-YGS-LYS başarıları sorulup araştırılır olur.

Okul başarısı da tek kriter değildir aslında, mutlaka bir müzik aleti çalsın, bir de spor yapsın ister anne babalar, birden fazla dil biliyor olması da önemli elbette…

Anne babanın planlaması çocuğun bilgi ve becerilerinin gelişimi ile sınırlı kalmaz, çocuğun sosyal ilişkilerini de kurgulayacak bir boyuta ulaşır. “Tüm arkadaşları sevsin onu, hiç çatışma yaşamasın, herkes onu anne-babası gibi ‘el üstünde tutsun’, ‘ biricik olsun’!”.

Ebeveynler, tüm bunları amaçlarken, çocuklarını aslında gerçekte var olmayan bir mükemmelliğe hazırlarlar. Hiç canı yanmasın, hiç yalnız kalmasın, her işi başarsın derken, farkında olmadan, canı yandığında çaresiz kalan, yalnızlığa dayanamayan ve hayal kırıklıkları çok daha büyük olacak bir çocuk yetiştirme riski ile de karşılaşabilirler.

“Biz sadece çocuklarımız için en iyisini istedik”

Evet, her aile çocuğu için en iyisini ister. Bazıları çocuğun var olan potansiyelini kullanmasını hedefler, bazıları ise bununla yetinmeyip daha iyisini, hatta en iyisini hedefler. Bir ebeveynin çocuğu için “en iyisini” istiyor olmasındaki doğallık ve masumiyet de “mükemmeli” arıyor olması arasındaki sınır; aynı şekilde çocuğun “yetkin” bir birey olması ile “yetersiz hisseden” bir birey olması arasındaki sınırı da belirlemektedir.

“Mükemmeliyetçi mesajlar”

Ebeveynlerin beklentileri daha önce vurguladığımız gibi bazen anne-babanın kendi yaşamlarının etkisiyle bazen de değişen toplumun gereksinimleriyle şekillenir ve çocuk-ebeveyn ilişkisinde çocuğa iletilir. Çocuğun davranışının anne babası tarafından onaylanıp onaylanmadığına dair bu iletiler bakışlar, ses tonu, gülümseme ve dokunuşla çocuğa ulaştırılır. Bu aslında bebeklikten başlayan bir öğrenme sürecidir. Bebek, annesinin onaylamadığı bir şey yaptığında, ses tonu yükselen, kaşları çatılan anne ona bu davranışının istenmediğini hissettirir. Bebek böylece onun dış dünyayla ilişki kurabileceği ilk nesne olan annesinin sınırlarını öğrenir. Bu sınırlara uyması ya da uymamasına bağlı olarak sevgi ve şefkat ya da tam tersi engellenme ve onaylanmama duygularını deneyimler. Bu döngü, çocukluğa ve ergenliğe taşınır.

“Neden mükemmeliyetçilik?”

Mükemmeliyetçi anne-baba tutumlarının altında yatan iki nedenden söz edilebilir. Bunlardan birincisi kendi yaşamlarında da mükemmeli yakalamaya çalışan, iyi bir eğitim almış, iyi bir meslek ve statü sahibi, her işi hatasız yapmayı yaşamlarının amacı edinmiş anne-babalardır. Burada beklenti çocuğun aile geleneğini devam ettirmesi ve tıpkı anne-babası gibi başarılı ve statü sahibi, yani “mükemmel” olmasıdır.

Kendi yaşamlarında iyi bir eğitim olanağına sahip olamamış, yaşamında bunun eksikliğini yaşamış ve bu nedenle çocuğunun yaşama eksiksiz hazırlanmasını amaç edinen anne-babalar ise ikinci grubu oluşturur. Çocukluğunda sahip olamadığı her imkânı çocuğuna fazlasıyla vermeyi amaç edinmiş ailelerin çocukları, tüm bu olanaklara sahip olmanın gerektirdiği başarıyı elde etme baskısını yoğun olarak yaşar.

Neden ne olursa olsun, amaç iki aile yapısında da aynıdır. Çocuk her işi doğru yapmalıdır, hataya yer yoktur, tek şansı başarılı olmaktır, hata varsa bu bir eksiklikten kaynaklanıyordur ve çocuğa tüm olanaklar sunulduğuna göre bu eksiklik kabul edilebilir değildir. Anne-baba çocuğuna yön vermek adına tek bir doğru gösterir ve bu çocuğun da doğrusu olmak durumundadır.

“Mükemmeli arayan aileler ve proje çocuklar”

Çocuğa belirlenen hedef doğrultusunda tüm ailenin yaşamına yön verilir, harcamalar, tatiller, evin rutini… Ertesi gün sınavı varsa o akşam eve misafir kabul edilmez, çocuk ödevine odaklansın diye televizyon herkes için kapatılır, başarısızlık riski doğduğunda çocuk özel öğretmenler ve kurslara taşınır tüm hafta sonu planlan iptal edilerek. Tüm bunların karşılığında çocuktan tek beklenen, harcanan bu çabanın karşılığını vermesi, “başarılı” olmasıdır… Aslında ailelerin gözünden kaçırdığı nokta böyle yaparak çocuğu yalnızca başarıya indirgedikleri ve bu durumda başarısız olan çocuğun kendini “değersiz” hissedeceğidir. Çünkü çocuk bilir ki, ailesi mükemmeli aramaktadır ve mükemmele ulaşamadığında ailesinin istediği çocuk olamamıştır.

Boğaziçi Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümü’nde Öğretim Görevlisi Cüntay’a göre, aşağıdaki özellikler mükemmeli arayan ailelerin çerçevesini oluşturmaktadır.

  • Başarısızlığı kolay tolere edemezler. Herhangi bir durumda yaşanan başarısızlık karşısında aşırı tepki verebilir, çocuğun kişiliğine zarar verici eleştirilerde bulunabilirler.
  • Başarı çıtaları yüksektir. Koydukları hedefler, çocuğun potansiyeli ve gelişim çizgisinin üstünde gidebilir.
  • Kendi özel ve iş yaşamlarında da mükemmeliyetçi tavırları egemendir. Onlar için normal olan budur. Kendileri gibi davranmayanları anlamakta zorlanırlar.
  • Başkalarıyla veya başka durumlarla karşılaştırma yapabilirler.
  • Bazen sevgileri, ne kadar mükemmel olunduğuyla orantılı gider. Çocuk hata yaptığında ya da “mükemmel” imajına zarar verdiğinde, duygusal anlamda da uzaklaşabilirler.

Bu tutumlara her aile yapısında belli ölçülerde rastlanabilir. Ancak önemli olan ve gözden kaçırılmaması gereken nokta, bu tutumun çocuğun kişilik gelişimine, yaşamdan aldığı zevke, kendisi ile ilgili değerlendirmesine nasıl etki ettiğidir. Unutulmamalıdır ki, aşırı mükemmeliyetçilik beraberinde memnuniyetsizliği de getirir. Bu memnuniyetsizlik çocuğun ne kadar çabalarsa çabalasın ailesini tatmin edemeyeceği duygusunu yaşamasıyla ve belki de kendi kendisini de tatmin edememesiyle sonuçlanır. Aşırı mükemmeliyetçi aileler kulağa, doğru ve iyi gelen ancak çocuk için uygun ve ulaşılabilir olmayan hedefler belirlerler. Dolayısıyla çocuk kendini sahip olduğu nitelikleri üzerinden değil, sahip olması beklenen nitelikler ve onlara olan uzaklığı üzerinden tanımlar. Bu durum, çocuğun kendi ile ilgili değerlendirmesinde kendini yetersiz görmesine yol açar. Böylece çocuğun kişilik gelişiminde çok önemli bir yer alan özgüven gelişimi de olumsuz etkilenir.

Çocuğun kendilik değerindeki bu düşüş, mükemmele ulaşamıyor olmasını fark etmesinden kaynaklandığı kadar, sadece mükemmele ulaşırsa sevileceğine dair olan inancından da kaynaklanır. Bu inanç, çocuğun anne-babasının aşırı mükemmeliyetçi tutumunun ona verdiği örtük mesajlar doğrultusunda oluşur. Bu mesajlar, çocuğun anne-babasının belirlediği hedeflere ne kadar ulaşabildiğinin ona duyulan sevginin ve kabulün ön koşulu olduğunu içerir.

Çocuk eğer, koşulsuz sevilirse, ebeveynlerinin zihninde daha o doğmadan önce canlandırılmış olan imgeye yaklaşamasa bile, onlar için değerli olduğunu bilecektir. Bu sağlanırsa çocuk, olası başarısızlıklarının sonucunda yaşayacağı hayal kırıklıklarının yaşamında derin izler bırakmasına izin vermeyecek ve kendi ile ilgili değerlendirmesi kişiliğini olumsuz etkilemeyecektir.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, anne-babaların çocukları için çizdikleri yolun genel-geçer beklentilerden oluşmak yerine çocuğun kendini istediği yönde geliştirebileceği, dönüştürebileceği ve ulaşabileceği olanaklar içermesi, hem çocuk hem de anne-baba üzerindeki baskıyı azaltacaktır.

“Ben yapamadım, o yapsın”

Gitar çalmayı öğrenme olanağı olmamış bir babanın, çocuğunu bu konuda yüreklendirmesi ve teşvik etmesi ancak çocuğun gerçekten istekli olup olmadığını önemsemeden onu gitar kursuna yazdırması bu durumu açıklayan birçok örnekten sadece biridir. Bu aslında, çocuğun potansiyelini ortaya çıkarmanın ve hangi alanlarda yetenekli olduğunu görmenin biraz daha ötesinde yer almaktadır. Burada gördüğümüz aslında, anne babanın içinde kalan arzuları, gerçekleştiremediği rüyalarını çocuğu üzerinden yaşama çabasıdır. “Anne babaların, yarım düşlerini evlatlarıyla yamama tutkusunu en temel çocuk haklarına aykırı buluyorum” diyor gazeteci yazar Can Dündar ve devam ediyor “Çocuk, kendi yatağında büyümelidir. Zor olan, evladında kendini yenileme tutkusunu gemleyip onun akacağı nehrin yatağını açmak, ona kendi çizdiği ufuklara doğru özgürce yelken açma fırsatı yaratmaktır. Onu uğurladıktan sonra ya da onunla birlikte yeniden başlamak, yüzme öğrenmek, gitar çalmaktır. Bunu yapabilenler, sadece bir evlat değil, kendilerini de yetiştirmiş olurlar”

“Sorumluluk ve Karar Verme”

Her anne-baba çocuğunun sorumluluklarını zamanında yerine getiren, önceden planlamasını yapan, annesini ya da babasını hatırlatmak zorunda bırakmayan çocuklar olmasını ister. Aynı anne babalar, çocuklarına sorumluluk da belirlerler. Önce okulda etüde kalacak sonra basketbola gidecek. Eve gelince de en az iki saat ders çalışması lazım. Ödevler bitecek, günlük konu tekrarı yapacak. Bilgisayar yok, telefon anneye teslim edilecek. Çok geç olmadan da yatmalı, yoksa ertesi gün derslerde verimi çok düşüyor. Bu çelişkili senaryo, çocuğun büyüyüp arkadaşlık sorunları yaşamasıyla tekrar edilir.

Bu örnek incelendiğinde, eksik olan tek parçanın, çocuğun sorumluluk almasını sağlayacak olanaklar olduğunu görebiliriz. Çocuklar adına onlara yüklü programlar, planlar hazırlamak; sıkılmasın ya da bir beceri daha kazansın gibi özünde iyi niyetle yapılan planlar olsa da, kendi sorunlarıyla baş edemeyen bir birey yaratmak demektir. Her ortamda o ortamın göz bebeği olan çocuk ise, okula başlayıp değişik sosyal ortamlara girecek ancak alışık olduğu o ilgiyi göremeyince hırçınlaşacak ve hayal kırıklığına uğrayacaktır. Beraberinde gelen duygusal problemlerin çözümü için ise, yine ebeveyn kontrolü ele alacak ve çocuğunu uzmanlara taşıyacaktır. Çocuk ise, pasif, sabrı azalmış, yaşama seyirci kalmış bir halde tam olarak anlamlandıramadığı sıkıntılarıyla, onun için belirlenmiş görevlerinin içinden çıkmaya çalışacaktır.

“Sorun çocuğa aittir, dolayısıyla çözüm de yine ona ait olmalıdır”

Çocuğun kim olduğunu, nasıl bir insan olduğunu tanımasına, yaşamı deneyimlemesine, Psikiyatr Prof. Dr. Kemal Sayar’ın deyimiyle “yaşamı birinci elden yaşamaları”na engel olan bu yaklaşım, belki piyano çalmakta ya da tenis oynamakta değil ama kendi kararlarını almakta zorlanan çocuklar yaratır. Prof. Sayar, “Çocuğunu çok fazla koruyan, sürekli üstüne düşen, sevgisiyle ilgisiyle çocuğunu boğan ebeveyn tutumu ile karşı karşıya kalan çocuk kendine ait bir dünya kurmakta güçlük çeker” diyor. Yaşam ile çocuk arasında koruyucu olacağı inancıyla tampon olmak uzun vadede kendi kendini oyalayamayan, kendisiyle baş başa kalamayan, kendisini telkin edemeyen, gününü ya da yaşamını planlayamayan çocuklar oluşturacaktır.

Burada anne babalara çocuklarının gününü planlamaktan daha büyük bir iş düşüyor: Yaşam ile çocuk arasında iletken kalarak, bir rehber gibi onlara gelişimsel olarak uygun sorumluluklar vermek ve ileride çok daha büyüklerini yaşayacakları sıkıntılara karşı bağışıklık kazanmalarını sağlamak. Yaş büyüdükçe, çapı da büyüyen terslikler, hayal kırıklıkları ve başarısızlıklara rağmen ayakta kalan bireyler için, bu sıkıntılarla baş etme provasını yapma fırsatı sunan bir çocukluk yaşantısı gerekir. Prof. Sayar bu durumu kozadan çıkmaya çalışırken sıkıntı çeken ve yorulan bir kelebeğin, aslında daha sonrasında uçmak için yeterince güçlü kanatlar geliştirmesine benzetiyor ve çocukluklarını yaşayamayanların, ileriki yaşamlarında depresyona daha meyilli olduğunu ekliyor.

Anne babaların, sorumluluğu çocukların yapmakla yükümlü olduğu görevler listesi olarak tanımlamak yerine, yaşadıkları sıkıntılarla baş etme, çözüm bulma, seçenekler yaratma gibi daha soyut ancak yaşamsal değere sahip olgularla tanımlaması bu noktada yararlı olacaktır.

Çözümü bulması için çocuğa yardımcı olmak, geçtiği düşünsel basamaklarda onun elinden tutarak kaliteli bir entelektüel uğraşı sağlamak elbette yetişkinin görevidir ancak karar veren ve uygulayan yani sorumluluk alan çocuktur.

“Sadece çocuklar mıdır bu tutumdan zarar gören?”

Çocuk ve çocuk için yapılan planların her zaman merkezde ve öncelikli olduğu ailelerde, ebeveynlerin yaşamlarının kısıtlandığı da yadsınamayacak bir gerçektir. Tasarladıkları “proje çocuğa” ulaşmak için kendine zaman ayıramayan, eşiyle zaman geçiremeyen bir ebeveyn en az çocuğu kadar zarar görecek ve yıpranacaktır. Aile yaşantısının içine sıkıştığı mekanik döngüden sıyrılarak ebeveynin kendine zaman ayırması diğer aile bireylerine de zaman tanıması anlamına gelir. Böylelikle ailenin her üyesi “aile” olmanın yanı sıra “birey” de olabilmiş olur.

“Anne-babalar bu tutumdan nasıl vazgeçebilirler?

Anne-babalar yaşam yarışında hep en ön sıralarda olmasını istedikleri çocukları için çeşidi bilinçli ve bilinçdışı nedenlerle başardı olsun, sosyal etkinliklere katılsın, sanatla sporla ilgilensin, pek çok alanda kendi potansiyelini ortaya koymaya fırsat bulsun isterler… Ancak bunu yaparken bazen çocuğun gerçekte neye ihtiyaç duyduğunu, neyi tercih ettiğini, ne yapmaya karar vereceğini ve yaşamına nasıl yön vermek isteyeceğini göz ardı edebilir. Anne-babaların bu tutumu “aşırı” anne-babalık olarak isimlendirilmektedir.

“Çocukta değiştirmek istediğimiz bir özellik olduğunda öncelikle kendimizi değiştirmenin daha iyi olup olmayacağına bakmamız gerekir.”

– C.G.Jung

Bu tutumla birlikte çocuklar için harcanan zaman, para ve enerji göz önünde bulundurulduğunda etraflınızda en mutlu, en sağlıklı, en zeki çocukları görüyor olmamız gerekirdi. Ama günümüzde karşılaştığımız tablonun tam olarak bu beklentiyi karşılamadığını görüyoruz. Çocuklarda obezite başta olmak üzere yeme bozukluktan giderek artıyor… Dikkat eksildiği ya da davranış problemlerine bağlı olarak ilaç kullanan pek çok çocuk var. Kaygı bozukluktan ve depresyon duygusal gelişimlerini olumsuz etkiliyor.

Tüm bunlar çocukların kendi kişiliklerini ortaya koyabilmeleri, karar verme ve sorumluluk alma süreçlerinde aktif rol alabilmelerinin önemini, onların da farklı ilgi, istek ve ihtiyaçları olabileceğini fark etmenin gerekliliğini ortaya koyuyor etmenin gerekliliğini ortaya koyuyor. Bu da anne ve babaların, bu tutumlarım bir kez daha gözden geçirmeleri gerektiğini gösteriyor.

Elbette bu değişim pek de kolay olmayabilir. Çünkü her şeyden önce aşırı anne-baba olanların “aşırı” olduklarını kabullenmeleri gerekecektir. Eğer bir çocuk artık anne ve babası olmadan karar vermekte, sorunları ile baş etmekte zorlanıyorsa anne-babasına bu konuda işlerin yolunda gitmediğinin sinyallerini de veriyor olacaktır.

Ailelerin bu konuda atabileceği ilk adım, kendilerini yavaş yavaş, küçük adımlarla geri çekmek olabilir. Sabahları kendi başlarına uyanmaları için onları ikna etmek, okul çantalarını yalnız hazırlamaları konusunda cesaretlendirmek, spor eşyalarının eksiksiz olduğunu tekrar tekrar kontrol etmekten vazgeçmek yapılabileceklerden bazıları.

Çocukların bebeklik döneminden itibaren becerilerinin geliştiğini gözlemleriz. Bu gelişim sırasında ailelerin çocuklarım yaptığı hatalara rağmen desteklemeleri çok önemlidir. Eleştirel bir tutum sergilendiğinde çocuk kaygı ve güvensizlik yaşayacak ve bu becerisini geliştirme konusundaki motivasyonu azalacaktır. Oysa beceriler ancak hatalar yapılarak geliştirilebilir.

Her çocuğun, her alanda yaşıtları ile aynı hızda gelişim sergilemeyeceğini unutmamak gerekir. Çocuklarım; arkadaşları, kardeşleri ve zaman zaman da kendi çocuklukları ile kıyaslayan anne-babalar çocuğun kendi gelişimsel sürecinde kat ettiği yolu önemsemediği mesajım vermiş olur.

Ailelerin izleyebilecekleri diğer bir yol, bir sorun yaşadığında, bir problemle karşılaştıklarında çocuklarını o problemin içinden çekip çıkarmak yerine, oradan çıkması için ona küçük ipuçları vermek olabilir. Aldığı yardımı kendi çabasıyla birleştirerek sorunu çözen bir çocuk, sorunu anne-babası tarafından çözülen bir çocuğa göre çok daha fazla deneyim kazanmakla kalmayacak aynı zamanda yaşama karşı daha güçlü de durabilecektir.

Çocuklara işler yolunda gitmediğinde, “hadi bundan vazgeçip başka bir yol deneyelim” mesajı vermek yerine, “daha sıkı asılmalısın, daha çok uğraşmalısın” mesajı veren aileler onların daha kararlı, daha istikrarlı ve daha mücadeleci olmaları yolunda önemli bir adım atmış olacaklardır. Aşın anne-babalık çocukların mücadele etme yöntemlerinden ve azminden uzak olmalarına neden olmaktadır. Çünkü bu tutumda çocuk, bir sorunla karşılaştığında mücadeleye girmeden sorun onun adına çözülmekte, ya da kendisi sorundan uzaklaştırılmaktadır.

Çocuklar için belirlenen aktivitelerin sınırlandırılması da önemli bir adım. Pazartesi tenis, Salı piyano, Çarşamba ikinci yabancı dil, Perşembe okul sonrası kursları olduğunda çocukların çocuk olmak için zamanları kalmıyor. Bu aktivitelerin anne-babalar tarafından planlanıyor olması da çocuğun karar verme ve sorumluluk alma süreçlerine katılamamasını ve hatta yapılan aktiviteden keyif alamamasını sağlıyor. Çocuk kendisi için belirlenmiş bir “görevi” yerine getiriyor sanki… İşte bu nedenlerle çocuğun kendi planlamasını yapmasına olanak verilmesi onun pek çok alanda gelişimini destekleyecek bir adım olacaktır.

Aktivitelerin sayısı kadar beklentilerinizi sınırlandırmanız da büyük önem taşımaktadır. Bazen çocuğun kendi ile ilgili beklentilerini göz ardı ederek, anne-babalar çocukları ile ilgili hedefler koyarlar. Bu hedefler aslında çocuğun nasıl bir insan olmasını istediklerini bile belirleyebilir. Neşeli, atletik, başarılı zeki, düzenli, çalışkan… Ama bazen çocuk bu kalıplara uymayabilir. İşte o zaman yapılması gereken onu olduğu gibi sevmek, kabullenmek ve takdir edebilmektir.

Çocuklar adına yapılan yoğun aktivite programları yerine ailece geçirilecek çocuğun da görüşü alınarak hazırlanan programlar çocuğun gelişimine daha büyük katkı sağlar. Yeni bir bilgi ya da beceri kazandırma kaygısı olmadan yapılan, aile bireylerinin sadece beraber zaman geçirmekten hoşlandığı için bir arada oldukları, gelişimin doğal seyrine bırakıldığı ve paylaşımın öne çıktığı programlar çocukların aile ile bağlarını güçlendirecek ve onlara ileride hatırlanacak güzel anılar bırakacaktır.

Çocuklarla ilgili gözlemler, sosyal, fiziksel ya da duygusal bir sorunla karşılaşıldığında korumacı ve hemen durumu telafi etmeye yönelik bir tutum sergileyen ailelere göre öğretici ve destekleyici tutum sergileyen ailelerin çocuklarının okul ve okul sonrası yaşamda çok daha başarılı olduklarını göstermektedir. Araştırmalar da çocukların daha çok keşfederek, yaşayarak, deneyimleyerek öğrendiğini, bu nedenle korumacı tutumun çocukta “gecikmiş” bir büyümeye neden olduğunu kanıtlamaktadır.

Aile kurmanın, çocuk sahibi olmanın ve büyütmenin temel motivasyonu aile ortamının sıcaklığını ve şefkatini yaşamak, birbiri ile zaman geçirmekten keyif almak, birbirinden öğrenmek ve beraber biriktirilen anıları hatırlayarak gülebilmektir. Unutulmamalıdır ki, bu motivasyonu, değişen toplum düzeninin dayattığı bir “yapılacaklar listesi” gibi yaşamak başarılı ama huzursuz, becerikli ama endişeli, bilgili ama yalnız bireyler yetişmesine neden olur.

Yazan:
Berna Şahin
Psikolojik Danışman

Ceni Palti
Psikolojik Danışman