Yaşamın Zenginliği: Farklılıklar

Gökkuşağında kaç renk olduğunu bilir misiniz? İlk baktığınızda temel birkaç rengi görürsünüz ancak dikkat ettiğinizde temel renklerin arasındaki açıklı koyulu tonları ve zenginliği fark edersiniz. Gökkuşağını eşsiz kılan da işte bu zenginliktir; çeşitliliktir. Aslında her bir renk tek başına eşsiz ve özeldir. Ama yan yana geldiklerinde oluşturdukları manzara görülmeye değerdir.

Tıpkı gökkuşağındaki renkler gibi insanların her biri de eşsizdir. Dünyanın her yerinden, her yaştan, her renkten, her cinsiyetten farklı özelliklere sahip pek çok insanın bir araya geldiğinde ortaya çıkaracağı manzarayı düşünebiliyor musunuz? Daha da anlamlısı, kimsenin kimseyi farklı olduğu için eleştirmediği, olduğu gibi kabul ettiği, düşünceleri ve davranışları için yargılamadığı, cinsel yönelimi için dışlamadığı, kendisi gibi olmadığı için grup dışına itmediği, etiketlemediği, kısacası önyargılı davranmadığı, diğerini ötekileştirmediği bir dünya… Böyle bir dünyada sınıftaki erkek arkadaşları ile birlikte teneffüste futbol oynayan bir kız öğrenciye “kızlar futbol oynamaz” denmez, futbol oynamaktan hoşlanmayan bir erkek öğrenci oyun tercihi konusunda alaya alınmaz, kilosuyla ilgili kimseye yakıştırmalarda bulunulmaz, marka giyinmiyor diye hiçbir genç grup dışına itilmez.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, “Hepimiz özgür ve eşit doğarız. Hepimizin kendi düşünceleri ve ilkeleri vardır. Hepimize aynı biçimde davranılmalıdır. Birbirimizden ne kadar farklı olursak olalım, hepimiz bu haklara sahibiz. Hepimizin hoşuna giden fikirlere inanmaya, istediğimizi düşünmeye, düşündüklerimizi söylemeye hakkı vardır.” diyor. Aynı zamanda başkalarının hak ve özgürlüklerini korumamız, yaşam ve düşünme biçimine saygı göstermemiz gerektiğini söylüyor.

Mutluluklarımızın, sevinçlerimizin, bizi endişelendiren, hatta bizi üzen bazı olayların sadece bizim başımıza gelmediğini, doğal olduğunu ve bizden farklı görünen insanların da aslında bizim gibi hissedebileceğini fark edebilmemiz, bu dünya üzerinde başkalarının da olduğunu anlamakla gerçekleşebilir. Bunun için de çevremizdeki ve kitaplardaki hayatlar üzerinde düşünmemiz, kendimizi başkalarının yerine koymayı öğrenebilmemiz şarttır. Başka dilde konuşan, başka dinden olan, başka türlü düşünen, bizimkinden farklı bir ailesi olan ya da bizim hiç anlamadığımız bir dilde kendini ifade eden birini ancak o zaman anlayabiliriz. Biliriz ki o da bizim gibi bir insan. İşte o zaman herkesi sevebiliriz. Herkesin eşit olduğunu ve bizim neye hakkımız varsa, aynılarının başkalarının da hakkı olduğunu; onların da bizim ihtiyaç duyduklarımıza ihtiyaç duyduğunu anlarız. Tüm bunları yapabilmemiz için öncelikle ön yargılarımızdan arınmamız gereklidir.

Önyargı

Farklılıkları hayatımıza katılmış bir renk olarak görmemizi engelleyen en temel unsur, önyargılarımızdır. Tarih boyunca insanların pek çok konuda önyargıları olmuştur. Peki, önyargılar ne şekilde oluşuyor ve ayrımcı bir bakış açısı geliştirmemize nasıl neden oluyor?

İnsanlar, dünyayı anlayabilmek için öngörülerde bulunma ihtiyacı duyarlar. Bu nedenle, her yeni uyaranı ayrı ayrı değil de bir sınıflandırma çerçevesinde değerlendirirler. Sosyal dünyayı algılamamızı ve yorumlamamızı etkileyen sosyal sınıflandırma, kalıp yargıların ve önyargıların oluşumunda temel bir bilişsel süreç olarak ortaya çıkar. İnsanlar, diğer insanlarla ilgili bilgileri ayırt etmek veya gruplamak için ırk, cinsiyet, dini inanç, etnik köken gibi fiziksel ve sosyal ayırt ediciler kullanırlar. Bu aşamadan sonra çoğu zaman önyargıların oluşumu kaçınılmazdır.

Önyargılı kişilik yapısının oluşmasına ve yaygınlaşmasına neden olan, buna uygun sosyal ve politik iklimlerdir. Sosyal Psikolog Allport’a göre (1954) önyargılı kişiler, insan gruplarını katı bir tutum içinde algılamaya eğilimlidir; grupları oluşturan bireylerin özelliklerini çift kutuplu ve hoşgörüsüz olarak değişime karşı duran bir tavırla değerlendirirler. Dünyada her şey siyah ya da beyaz, iyi ya da kötüdür. “Latinler tutkulu’”, “eşcinseller neşeli”, “kadınlar duygusal”, “erkekler katı”, “İtalyanlar yakışıklı”, “Çingeneler eğlenceli”dir. Önyargılı değerlendirmeler, sınıflandırmalar, kalıp yargılar, bireylerin kişisel özelliklerini göz ardı eder. Bilişsel nitelikli kişilik özelliklerini araştıran sosyal ve kişilik psikologlarına göre otoriterlik, katılık, belirsizliğe tolerans gösterememe gibi özellikler genellikle önyargıyla birlikte kişilik özelliği olarak ortaya çıkmaktadır.

Kalıp yargı, önyargı ve ayrımcılığın, kolayca üretilebileceği deneysel olarak gösterilmiştir. 1970 yılında ABD’de ilkokul 3. sınıf öğrencileri ile sınıf öğretmeni Jane Elliot tarafından bir araştırma gerçekleştirilmiştir. İlkokul öğretmeni Jane Elliot, bir gün sınıfa gelip öğrencilerini göz renkleri üzerinden iki gruba ayırır: Mavi gözlüler ve kahverengi gözlüler. Mavi gözlülere bazı ayrıcalıklar tanır: Daha fazla öğle yemeği yiyebilme, daha uzun teneffüsler, öğle yemeğine daha önce gidebilme vb. “Çünkü, mavi gözlü insanlar kahverengi gözlülerden daha iyi, daha üstün, daha akıllıdırlar. Benim de diğer zeki insanlar gibi mavi gözlerim var. Kahverengi gözlüler, daha “akıllı” olan mavi gözlülerden kolayca ayırt edilebilsinler diye daha geniş yakalar takacaklar ve sınıfın en arka sıralarında oturacaklardır.” der. Elliot mavi gözlülerin daha akıllı, diğerlerinin daha unutkan ve tembel oldukları yönündeki cümleleri sık sık tekrarlar. Dakikalar içinde, mavi gözlüler kahverengi gözlülere aşağılayıcı sıfatlar takmaya, alay etmeye, onlar aptalmış gibi davranmaya başlarlar. Kurallara uymadıklarını düşündüklerinde kahverengi gözlüleri cezalandırmak için çok hevesli olurlar.

Deneyin ikinci gününde, Elliot sınıfa gelip, önceki gün yanlış yapmış olduğunu, aslında kahverengi gözlülerin mavi gözlülerden daha akılı ve üstün olduklarını söyler ve ayrıcalıkları bu sefer kahverengi gözlülere verir. Geniş yakaları da bu sefer mavi gözlüler takmak zorundadır. Yine dakikalar içinde bu sefer “üstün” olan kahverengi gözlüler mavi gözlülere aynı aşağılayıcı- ayrımcı muameleleri yapmaya başlarlar.

Farklılığa vurgu yaparak öğrencileri sınıflara ayıran otorite figüründeki bir yetişkin olduğunda, bu durumun çocuklar tarafından hızlıca içselleştiğini görürüz. Bu deney bize, göz rengi gibi uydurma bir değişken üzerinden bile insanların kategorize edilerek iç ve dış grupların oluşturulabildiğini ve çok ciddi derecede önyargı ve ayrımcılığın üretilebildiğini göstermektedir. Herkes tarafından doğru olduğu söylenen bilgi, bazen en tehlikeli bilgidir. Önyargılar yargı değildir, kanılar ise kanıt sayılmaz.

Cinsiyete Dayalı Farklılıklar: Kız-Kadın ya da Oğlan-Erkek Olmak

Zihnimizde belirli gruplar ya da insanlar hakkında hemen uyanan resimlere, imgelere kalıp yargı denildiğinden kalıp yargıların ise o grupla ilgili genellemeler içerdiğinden bahsetmiştik. Cinsiyet söz konusu olduğunda önümüze çıkan kalıp yargı ise, “Erkek güçlüdür ama kadın duygusal ve fedakârdır.” şeklinde olabilir. Bu düşüncenin sonucu olarak, iki cinsiyetin uğraşlarının ve tutumlarının birbirinden farklı olacağına ilişkin bir kanaat oluşur. Otobüs, okul servisi veya taksi kullanan bir kadın gördüğümüzde şaşırmamız veya çalışmayan bir erkek ile evin geçimini üstlenen bir kadının evliliğini yadırgamamız da bu yüzdendir.

Kadınlarla erkeklerin birbirlerinden farklı oldukları, farklı eğilimlerinin, beklentilerinin, yeteneklerinin olduğu fikri kabul edilebilir bir gerçektir. Ama bu farklılığın somut, maddi, gerçek sonuçları olduğunda ve bu sonuçlar bir cinsiyet açısından hayatı zorlaştırdığında, o zaman, farklılığın ayrımcılığa ve eşitsizliğe neden olduğunu görürüz.

Gerçek Engel Nedir?

Engelli bireylerin yapamadığını düşündüğümüz birçok şeyi yapamamalarının nedeni, engellerinden kaynaklanan yetersizliklerden değil, toplum tarafından önlerine koyulan engellerdir.

Bir alışveriş merkezinin otoparkında arabalarını park etmek için yer arayan bir anne ve oğlu. Çocuk, bir arabalık yer gördüğünü söyleyerek annesine işaret ediyor. Annenin cevabı: “Oraya park edemeyiz, orası engelliler için ayrılmış park yeri.” Çocuk yan taraftaki park yerini göstererek soruyor: “Yanındakinde de aynı işaret var ama oraya biraz önce birisi park etmiş. Neden?”

İlkokul 2. sınıfta geçirdiği kaza nedeniyle tekerlekli sandalye kullanan bir kişi yaşadığı zorluğu şöyle anlatıyor: “İşimden kalan zamanlarda sinemaya, tiyatroya, sergiye, konsere ve parka gidiyorum; arkadaşlarımla buluşuyorum. Yolculuklarımda kaldırımdan değil de yoldan gitmeyi tercih ediyorum. Kaldırıma çıkabilsem bile, çoğu kaldırımın orta yerinde elektrik direkleri, otobüs durakları, reklam panoları, park etmiş otomobiller ve düşenin canına okuyacak boşluklar oluyor. Tekerlekli sandalye kullananlar bir yana hiç kimse için kullanışlı değil kaldırımlar.”

Görüyoruz ki çözüm bulmak yeterli olmuyor. Yapılan düzenlemelere ve bulunan çözümlere herkesin aynı duyarlılıkla uyması gerekiyor. Tıpkı engellilerin hak ve özgürlüklerini garanti altına alan Engelli Hakları Sözleşmesi’nde belirtildiği gibi: “Engelli bireylerin bağımsız yaşayabilmeleri, yaşamın tüm alanlarına tam ve etkin katılımı sağlamak ve engelli bireylerin, engelli olmayan bireylerle eşit koşullarda fiziki çevreye, ulaşıma, bilgi ve iletişim teknolojileri ve sistemleri dâhil olacak şekilde bilgi ve iletişim olanaklarına, hem kırsal hem de kentsel alanlarda halka açık diğer tesislere ve hizmetlere evrensel tasarım ilkesiyle erişiminin sağlanması esastır.” Yapılması gereken, bu esaslara uygun olanakları sağlamak ve sağlanan olanaklara saygı göstererek engellilerin haklarını korumaktır.

İşitme engelli bir kız çocuğu annesinin ifadeleri, her bakımdan farklı yetişen, gelişen bireylere karşı toplumun tepkilerini şöyle özetliyor: “Özel bakım gerektiren bir çocukla parka girdiğinizde, öbür anne babalar sizi görmezden gelirler. Yanınıza gelmek ve çocuklarının çocuğunuzla birlikte oynamasını önermek hiç akıllarından geçmez. Nasıl bir duygu içinde olduklarını biliyorum çünkü kızım doğana kadar ben de o annelerden biriydim.” Gerekli olan, biraz daha anlayış, biraz daha empati, biraz daha hoşgörü, kısacası biraz daha saygı… Unutmayın; ne gördüğünüz, nerede durduğunuza bağlıdır.

Hoşgörü

İçerdiği kavramlar (anlayışlı olmak, ayıpları kapatmak, alay etmemek, affedici olmak, lakap takmamak, tahammül etmek, uyumlu olmak, kusurları görmemek, değer vermek) bakımından çok zengin bir sözcük olan hoşgörü, karşımızdaki insanın görüşleri, duyguları bizimle uyuşmadığında, hatta çatışabildiğinde sabır ve anlayış göstermektir. Hoşgörü karşılıklı ya da zorunlu yapılacak bir tutum olmak yerine isteyerek yapılan ve karşılıklı olmayan, her durumda gösterilecek bir değer olarak çocuklara öğretilmelidir.

İlkokul dördüncü sınıf öğrencilerinin hoşgörü algısını ve gelişimini anlamak amacıyla yapılan bir araştırma sonucunda, öğrencilerin hoşgörüyü daha çok “yardımlaşma”, “affetmek”, “sevgi” ve “iyi davranmak” olarak algıladıkları, çok az öğrencinin “farklılıklara saygı” olarak algıladığı görülmüştür. Araştırmanın diğer önemli bir sonucu ise, öğrencilerin hoşgörüyü, ailesinden, öğretmeninden, arkadaşlarından ve ders kitaplarından öğrendiğini söylemesidir. Bu durum öğrencilerin çevrelerindeki bireylerin hoşgörüye ilişkin algı, tutum ve davranışlarından etkilendiklerini göstermektedir. Araştırmaya katılan öğretmenler, aile, sosyal çevre ve medyada farklılıkların dışlanmasına ilişkin olumsuz örneklerin görülmesinin öğrencilerin hoşgörü algısının gelişimini olumsuz etkilediğini söylemişlerdir. Araştırmaya katılan öğrencilerin sosyo- ekonomik düzeyi düşük arkadaşlarını kabul etmemesi ve farklı şive ile konuşan arkadaşları ile dalga geçmesi, çevreden öğrenilen olumsuz hoşgörü örnekleri olarak tespit edilmiştir.

Yetiştiği ortamda ailenin çocuk haklarına ilişkin tutumu, içinde yaşadığı kültürün farklılıklara bakış açısı, çocuğun hoşgörü algısını etkilemektedir. UNESCO’ya göre öğrencilerin saygı duyması için öncelikle hakları ve özgürlükleri öğrenmeleri gerekir. Eğitim politikaları ve programlarının öğrencilerde farklı grup ve bireyleri anlama, birliktelik, dayanışma ve hoşgörünün gelişimine katkı sağlayacak nitelikte olması önemlidir. Ayrıca, öğrencilerin dışlanma ve korku gibi etkilere karşı koyabilmesi için özgür karar verme, eleştirel düşünme ve ahlaki sorgulama yeterliklerinin geliştirilmesi, insan hakları, hoşgörü ve barış eğitimi için eğitim ve araştırma programlarının desteklenmesi gerekmektedir. Öğrencilerin farklı kültürleri benimseyen ve sorumluluk hisseden, özgürlüğü onaylayan, insan haklarına saygı duyan vatandaşlar olarak yetiştirilmesi, ailenin, toplumun, okulların ortak görevi olmalıdır.

Son Söz

Çocuklarımızın, etraflarındaki farklı insanlar ve fikirlerle büyümelerine yardımcı olmak, anne baba olarak hepimizin sorumluluğundadır. Çocuklarımızı büyütürken bunlara önem gösterirsek bütün dünyadaki insanların büyük bir aile gibi kardeşlik ve barış içinde yaşamalarını sağlamış oluruz. Bu nedenle de çocuklarımıza birbirlerinden farklı özelliklere sahip çocukların aralarında sıcak bir dostluğun gelişmemesi için hiçbir engel olmadığını, rengi, görünümü, özellikleri nedeniyle dışlanan insanlarla empati kurmayı öğretmeliyiz. Çocuklarımıza farklı coğrafyalarda ve kültürlerde yaşayan başka insanların ve hayatların olduğunu anlatmalı ve farkındalıklarını geliştirmeliyiz. Sosyal değerler yelpazesinde eşitlik, eşdeğerlilik, dayanışma, adalet, barış gibi değerlerin ön plana çıkarılmasını sağlamalıyız. Ortak insanlık zeminini, her tür alt kimliğin üzerine güçlü bir şekilde yerleştirmeliyiz. Ayrımcılık, dışlama ve önyargı ancak böyle engellenebilir.

Yazan:
Meltem Erdinç Cingöz
Psikolog