Yeni, Artık Klasik Olmayan Aile Yapılarında Anne-Babalık İşlevleri: Ezberler Bozulacak mı?

Geçip giden zamanla birlikte yaşamımızda değişimler oluyor. Modern dünyanın getirdiği bu değişimlere kimi zaman ayak uydurabilirken kimi zaman da eski yaşantılara özlem duyabiliyoruz. Kalabalık bir ailede, anneanneler, babaanneler ve dedelerle bir arada geçen zamanlar yerini bakıcılara, anne baba ve çocuktan oluşan çekirdek ailelere bırakmış durumda. Değişen dünya ile birlikte artık ailenin işlevleri de giderek farklılaşıyor. Bu çağın anne babaları zamanla yarışıyor ve yarışa maalesef çocuklar da eşlik ediyor. Durup nefes almak, soluklanmak ve düşünmek nerdeyse geçmiş zamana ait bir ihtiyaç gibi algılanıyor. Peki değişen bu dinamiğin kökeni nereye dayanıyor? Anne babalık işlevlerinin değişimi çocukları nasıl etkiliyor? Bu çağda çocuk olmak ne anlama geliyor? Tüm bu soruları sizler için Klinik Psikolog Şeniz Pamuk’a sorduk. Alanda uzun yıllardır sürdürdüğü çalışmalar ve klinik ortamdaki gözlemlerinden yola çıkarak Sayın Pamuk bizlere geniş bir perspektif sundu. Keyifle okumanız dileğiyle.

  • Yeni nesil aile kavramını nasıl tanımlıyorsunuz?

Çok yakın zamana kadar aile denilince akla anne, baba, çocuk ve anneanne, babaanne, dedeler gibi geniş aileyi de kapsayan bir yapı geliyordu. Yeni nesilde ise hem ailenin iç yapılanmasında hem de aileyi oluşturan bireylerin çeşitliliği anlamında çok büyük farklılıklar olduğunu görüyoruz. Günümüzde eğitim düzeyi yüksek ailelerde demokratik yaklaşım ön plana çıkıyor. Aslında bu yaklaşımın ailelerde büyük önem taşıması tesadüf de değil. Yeni nesil aileleri oluşturan anne babalar, eğitimlerine, meslek sahibi olup başarı elde etmelerine değer verilmiş, bireysel hak ve özgürlükleri korunmuş kadın ve erkeklerdir. Dolayısıyla, yeni kuşak anne babaların öncelikle “Anneyim/babayım ama aynı zamanda da bireyim ve benim ihtiyaçlarım var.” düşüncesine sahip olduklarını ve çocukları olduktan sonra da kendi ihtiyaçlarını geri plana atmadıklarını söyleyebiliriz. Hatta “Ben önemliyim, benim hayallerim önemli.” diye düşünmeleri çocuk yetiştirmelerinde de belirleyici bir rol oynuyor. Çoğu zaman çocuk, o hayalleri ve hedefleri oluşturmanın bir unsuru da oluyor.

Araştırmalar çocukların belli bir mizaç yapısıyla dünyaya geldiklerini ortaya koyuyor. Güvenli bağlanmanın oluşması için anne babaların öncelikle bu donanımı kabul etmeleri önemlidir. Ayrıca kendi beklentilerini ve hayallerini bir kenara koyarak çocuğu izleyip anlamaya çalışarak çocukla ilişki kurmaları gerekiyor. Günümüzde ise yeni nesil olarak tanımlayabileceğimiz anne babaların beklentileri hem hamilelik hem de doğumdan sonraki süreçte her şeye rağmen daha ön planda görünüyor. Yani “Ben başka bir şey hayal etmiştim ama çocuğum tam da öyle değil.” düşüncesiyle anne baba, çocukla farklı bir ilişkiye giriyor ve çocuk beklendik kalıba uymadığı için bir hayal kırıklığı nesnesi olabiliyor.

Yeni nesil anne babalardaki özgüven ya da “ben” bilincinin önde olmasının sonuçlarından bir tanesi de çok alanda başarılı olma arzusu diye düşünüyorum. Sanki anne babalık da, hobi sahibi olmak, işte başarılı olmak, iyi bir arkadaş çevresine sahip olmak gibi bir konu olarak algılanıyor. Bu nedenle çocuğun biraz “yavaş” olmasına, aslında yaşına uygun tempoda ilerliyor olmasına, sanki çocuğun çocuk olmasına da tahammül azalmış gibi görünüyor. Anne babaya göre çocuk, “Bir an önce büyümeli, olgun davranmalı, yaşıtları kadar hatta mümkünse onlardan daha iyi olmalı.”

Bu aileler sanki birçok alanda performans gösterme isteği ya da kaygısı ile kendilerini bir yerlere sıkıştırılmış, kıstırılmış hissediyorlar. Bir yanda da bu tempoya ayak uyduramayan bir çocuk gerçekliği var. Bu noktada anne baba çocuğun gerçekliği ve modern dünyanın beklentisi arasında bocalama yaşıyor.

Yeni nesil anne babalarda birey olmanın bir parçası olarak genç ve dinç kalma arzusunun da ebeveyn rollerini etkilediğini düşünüyorum. Çocuk büyürken “hep arkadaş olalım” tutumu hiç de doğru bir yaklaşım değil; çünkü çocuğun anne babası tek ama aslında arkadaşı çok.

Günümüz anne babalarıyla sorun olan bir durum hakkında konuşmaya çalıştığımda, hemen bir “aksiyon planı” yapalım ifadeleri ile sonuca odaklanmaya, süreç içerisinde yaşanan duygulardan uzaklaşmaya eğilim gösterdiklerini görüyorum. “Az zamanımız var, çok keyif almalıyız. O yüzden çocukta da mümkün olduğunca her şey yolunda gitsin, sorun hiç olmasın ya da hemen çözülsün, hep birlikte gezelim eğlenelim.” gibi bir bakış açısının olduğunu gözlemliyorum. Aslında bir sorunun çözülmesi için hem anne babanın hem de çocuğun içsel yolculuğa çıkması, duygularının derinliklerine inebilmeleri önemlidir. Örneğin, öfke dolu bir çocuğa, 10 adımda ne anne baba ne de bir uzman öfkesini yönetmeyi öğretebilir. Öncelikle öfkenin altında hangi duygu yatıyorsa onu bulmak ve iç dünyada onu işlemek gerekmektedir. Ruhsal dünya maalesef bir matematik problemini çözmek gibi adım adım ilerlememektedir.

  • Günümüz ebeveynleri genel olarak otoriter aile yapılarından gelirken kendi kurdukları ailelerde sınırları daha geniş tanımladılar. Sizce otorite artık yok mu oldu?

Özellikle demokratikleşme kavramı “Hepimiz birbirimize dengiz.” gibi yorumlandığında sınırlar ortadan kalkabiliyor. Aslında bunun biraz kolaya kaçan bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum; çünkü çocuğa da bir rol verilmiş oluyor. Onun da bir şeyleri üstlenmesi ve altından kalkması beklenmiş oluyor. Aslında otoriter tutumdan uzaklaşılmış gibi algılıyoruz ama sanki otorite bir başka şekilde çocukların karşısına çıkıyor. Bu nesilde süper egonun artık kalkan parmak ya da ağır cezalar değil olumsuz duyguların konuşulmaması ve yaşanmaması olarak düşünebiliriz. Sanki öfkelenmek, üzülmek, hayal kırıklığı yaşamak yok sayılıyor. O zaman çocuk da yaşadığı öfkeyi anlamlandıramıyor. Yeni dönemde “Kızmak çok kötü bir şeydir.” “Çocuklar bağırmaz.” demek çocuk üzerindeki baskıyı oluşturuyor. Olumsuz duyguyu gizlemeye çalışıp bununla yüzleşmediğimizde ya da inkâr ettiğimizde kaygı bozuklukları, korkular gibi sıkıntılar ortaya çıkıyor. Korkuyu çalışmaya başladığımızda da hep altında öfke ve yetersizlik duygularının olduğunu görüyoruz. Yani o öfke birikiyor, sonra bir takım unsurlara, figürlere yansıtılıyor. Şiddet ve yıkıcılık duygusu her ne kadar bilgisayar oyunlarından öğreniliyor gibi algılansa da temelinde bunun bastırılan duygularla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Son yıllarda psikosomatik rahatsızlıkların da çok fazla artış gösterdiğini görüyorum. Bu da yine dille söylenemeyenin beden üzerinden söylenmesi olarak karşımıza çıkıyor. Bir başka sorun ise bağımlılık, teknoloji bağımlılığı mutlaka herkesin dile getirdiği bir bağımlılık ama onun dışında arkadaş, alışveriş bağımlılığı ileriki yaşlarda da sigara, alkol, madde bağımlılığı olarak karşımıza çıkıyor.

  • Anneler daha otoriter ve kural koyucu, babalar ise koyulan kuralları yıkan oldu. Bu değişimin kökeni ne olabilir? Geçmişin otoriter babaları nereye kayboldu?

Belki anne bebek bağının önceden kurulmuş olması anneleri çocukla ilişkide daha ön plana çıkarıyor. Ortada bir ihtiyaç olduğunda sanki sorumluluğu almak konusunda kadınların daha hızlı bir refleksi var. Babalar daha çok oyun arkadaşı olarak o üçlünün içinde kalmayı tercih ediyorlar. Sanki daha farklı bir tutum sergileseler anne çocuk bağının daha da dışında kalacaklar endişesi ile çocuğun hayatında daha uzakta konumlanabiliyorlar.

Gerçekten kural koyan sınır çizen baba olmak, hem kararlı hem de cesur olmayı gerektiriyor. Anneler de bu ilişkide babalara çok alan açmıyor. Ayrıca günümüzde pek çok kadın daha maskülen bir yapı da sergileyebiliyor. Bu da aile içindeki rol ayrımını zorlaştıran bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Güçlü kadın imgesi aileye, çocuk yetiştirmeye daha fazla damgasını vuruyor. Bunun yanında toplumda erkekle özdeşleştirilen sertlik, şiddet, yıkıcılık da, erkekleri ürküten, özdeşleşmek istemedikleri bir kimlik olarak var oluyor. Bu nedenle de babalar “otoriter, çekinilen baba” rolünden uzak durmaya çalışıyorlar. Bu noktada birçok babanın kendi konumlarını tanımlarken kafalarının çok karışık olduğunu düşünüyorum.

  • Anne babaların çocuk yetiştirme konusunda çok fazla kitap okuduklarını, bir uzmana danıştıklarını görüyoruz. Sizce bu ihtiyacın kaynağı ne olabilir?

Yeni nesil ailelerde bilinç ve mantığın, duygulara göre daha ön planda tutulduğunu gözlemliyorum. Zaman içinde duygu okumanın ve duygunun da davranışın belirleyicisi olabileceği gerçeğinin göz ardı edildiğini görüyorum ve sanki bu aileler gün geçtikçe kendi duygularından da uzaklaşıyorlar. Bu noktada uzmanlardan ya da kitaplardan destek alarak “en doğruyu” yapma çabasına giriyorlar. Anne baba iç sesi ile yaptığı bir şeyi daha değersiz ya da yanlış olarak yorumlayabiliyor. Konuştuğunuzda birçok anne baba “Aslında içimden başka bir şey geldi ama daha önce bir yerde okuduğumu ya da bir uzmandan duyduğumu söyledim.” diyebiliyorlar. Toplumda “en iyi” çocuğu yetiştirme yarışının da bunda bir payı var.” Bir gelişme varsa, biz de haberdar olalım, herkes ne yapıyorsa biz de yapalım.” bakış açısı ailelerde oldukça baskın bir anlayış.

  • Değişen anne baba rolleri ile beraber bu çağda çocuk olmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu dönemde çocuk olmanın zorlayıcı bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Hem birçok şeye sahipsiniz hem de mahrum olduğunuz alanlar var. Birçok çocuk aktivitelere koşturuluyor, durup düşünmemek için… Genel olarak anne babalar da çocukları daha iyi, daha mükemmel, daha donanımlı olsun diye yoğun bir çaba içerisindeler. Doğal olarak bu yoğun çaba anne babaları ve çocukları daha kaygılı bir hale getiriyor. Ailelere, hafta sonları ne yaptıklarını sorduğumda, aldığım cevapları dinlerken ben yoruluyorum. Çocuklar oradan oraya koşturuluyor. Bir iki aktiviteyi kaldırın, çocuk biraz da evde zaman geçirsin dediğimde, “Evde olduğumuzda tableti elinden bırakmıyor.” diye bir yanıt alıyorum. Bunun da nedeni aslında çocukluk dönemine dayanıyor. Çocuk doğduktan sonra zekâsı gelişsin diye hep zekâ geliştirici oyuncaklar alınıyor, yerde araba sürmeye ya da evcilik oynamaya çok değersiz bir şeymiş gibi bakılıyor. Hep çocuğa hangi oyuncağı alalım arayışı oluyor. Sanki oyuncak gelişim için tek yol. Hiç kimsenin boşluklara, oturmaya, durmaya tahammülü yok. Onun için de kaygı bozukluklarının son yıllarda daha da arttığını gözlemliyorum.

Tüm bunlara rağmen insanın içindeki özün bir şekilde korunduğunu da düşünüyorum. İnsan doğası gereği bu hayat temposuna uyum sağlamakta güçlük çekiyor. Topluma bakacak olursak “Az alışveriş yapalım, daha organik beslenelim, doğaya dönelim, bisikletle gezelim.” gibi doğal yaşama dönüş isteği var. Dolayısıyla insanın dayanma sınırının sonuna geldiğini düşünüyorum; çünkü gerçekten biz bunun için yaratılmamışız. Bu kadar mekanik bir hayata uyumlu değiliz.

  • Yeni nesil anne babaların çocukları kendileri bir aile kurduklarında sizce yaklaşımları nasıl olacak?

Uzun vadeli bakacak olursak ben bu kuşaktaki çocukların ileride muhtemelen anne babaları gibi performans ve sonuç odaklı olacaklarını, rekabete dayalı sistemi devam ettireceklerini, hep daha iyi olmanın peşinde koşacaklarını düşünüyorum. Buna karşılık onların çocuklarının tepki geliştirerek bildiğimiz ya da düşündüğümüz anlamda eski klasik kalıplara döneceği kanaatindeyim.

  • Günümüzde aile yapılarını incelediğimizde boşanan ebeveynlerin sayısının arttığını görüyoruz. Bu konudaki yorumunuz nedir?

Türkiye’de bundan 20 yıl önce boşanma sayısı Avrupa ya da Amerika ile karşılaştırılamayacak kadar azdı. Bugün ise özellikle de büyük şehirlerde boşanma oranı giderek artıyor. Eskiden insanların zihinlerinde “Belli bir yaşa gelinir, evlenilir; herkes belli rolleri üstlenir, çocuklar doğar ve onlara bakılır.” düşüncesi vardı ve bu yaklaşım evliliklerin sürdürülmesini sağlıyordu. Oysaki Avrupa ve Amerika gibi batı toplumlarında insanlar çoğunlukla duygusal nedenlerle evleniyorlar. Şimdilerde büyük şehirlerindeki yaşantı batı toplumlarına daha çok benziyor. Evliliklere baktığımızda da görücü usulü evlenmelerin pek tercih edilmediğini, “Evleneyim de bir yuvam olsun.” düşüncesindense ilişkilerde duyguların ön planda tutulduğunu görüyoruz. Dolayısıyla da çiftleri bir arada tutan bağ duygular. O duygular azalmaya başlayınca da bir arada kalmak zorlaşıyor.

Çocukların da eskiye göre bu durumu biraz daha normal karşıladıklarını düşünüyorum; ama bu çocuklar boşanmadan etkilenmiyor gibi anlaşılmasın. Bu durum çocukların hayatlarındaki en büyük travmalardan bir tanesi. Sadece artık çocuklar çevrelerinde annesi babası boşanmış diğer arkadaşlarını daha çok gördüklerinden bu durumu biraz daha normal algılanmaya başladılar.

  • Boşanma sonrasında çocukların bu süreçle baş etmesi bazen zor olabiliyor. Bu noktada ailelere neler önerirsiniz?

Anne babaların bu konuya, “Çocuğun bir yarası var, merhem sürelim de geçsin.” diye baktıklarını görüyorum. Çoğu zaman bana geldiklerinde bu süreci nasıl aktaracakları ya da çocuğun hiç etkilenmeden anne baba ayrılığıyla nasıl baş edebileceğini soruyorlar. Aslında öncellikle anne babaların şu gerçeği anlamaları gerekiyor; boşanma çocuğun hayat hikâyesinde her zaman olacak ve her dönem buna başka bir bakış açısıyla baksa bile hiçbir zaman unutmayacak ve sıfır hasarla bu süreci atlatamayacak.

Boşanmanın ardından yeni yaşam düzenini oluşturmak ve sürdürmek gerçekten çok zor oluyor. Boşanma ile birlikte anne baba çocuğun güvenini kaybediyor ve zaman içinde bunu yeniden oluşturmak ve tamir etmek gerekiyor. Dolayısıyla çocuğun hayatını bir düzen içerisinde devam ettirmesini sağlamak çok önemli oluyor.

Boşanmış ailelerde genelde çocuk kimde yaşıyorsa o diğer tarafa nazaran daha dezavantajlı diye düşünüyorum. Çocuğun anne ya da baba ile geçirdiği zamanın eşit paylaşılması önemli bir nokta. Onun için 5 gün anne ile kurallarla geçen bir yaşam, buna karşılık baba ile tatildeymiş gibi rahat vakit geçirilmesi hem ebeveynler hem de çocuklar için büyük bir haksızlık. Mümkünse baba da hafta içi çocuğu okuldan alıp onunla zaman geçirmeli.

Genellikle anne babalar ayrılıktan sonra nasıl olsa biz arkadaşız diye varsaydıkları ve çocuğa da öyle anlattıkları için bir sürü programı bir arada yapmaya çalışıyorlar. Boşanmayı çocuğa anlatmak zaten zor, bunu yaparak çocuğun boşanmayı içselleştirmesi ve baş etme mekanizmasını geliştirebilmesi için fırsat vermemiş oluyoruz.

  • Tek ebeveynle yaşama, o ebeveynin yaşantısındaki değişime ayak uydurma geçmişe göre günümüzde daha çok karşımıza çıkıyor. Ezberleri bozan bu gibi değişimlerle yaşantılar sizce nasıl etkileniyor?

Yeni aile yapıları ile ortaya çıkan değişimler psikoloji teorilerine de yenilikler getirecek. Kişinin ruh sağlığını farklı algılamamız gerekliliğini ortaya çıkaracak; ama bu elbette ki temel ihtiyaçların değişeceği anlamına gelmiyor. Sonuç olarak ilk dönem bağlanması olmazsa olmaz, çocuğun temel güven duygusunun oluşması, anne bebek bağının bir noktasında kendi kuralları ile babanın dâhil olması, üçlünün bir şekilde oluşması… Bunların değişmez ihtiyaçlar olduğunu düşünüyorum.

Yapılan ikinci evliliklerle birlikte önceki evliliklerden olan çocukların da bir araya gelerek yeni aileyi oluşturduğu durumlara rastlıyoruz. Bu yeni ailede evlenen bir kadın ve erkek, öte taraftan birbirini tanımayan ama kardeş olmaya itilmiş çocuklar ve bir de dışarda kalan eski eşler var. Onlarla da bazen hayat çok kolay olmayabiliyor. Bu konuda hazır formüller yok ama yeni kurulan ailede kuralların ve rollerin baştan şekillendirilmesi önem kazanıyor; çünkü yaşadıkça, gördükçe sorunlara çözüm üretmeye çalışmak pek sağlıklı bir yere götürmüyor.

Yeni bir aile düzenine alışmak çocuk için zor olurken aynı zamanda çocuğun bu ailenin dışında bıraktığı ebeveynine karşı da sadakat sorunları oluyor. Yeni kurulan ailenin içinde çok mutlu olup annesinin ya da babasının yanına gidip sıkıldığında ya da üvey anne babasına karşı da sevgi beslediğinde suçluluk duyguları da beraberinde geliyor.

Röportaj:
Şeniz Pamuk
Klinik Psikolog

Şeniz Pamuk
1981 yılında Üsküdar Amerikan Kız Lisesini, 1985 yılında da Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümünü bitirmiştir. Aynı üniversitede 1987 yılında lisansüstü programını tamamlamıştır. Pamuk, çocuklarla klinik alandaki çalışmalarına lisansüstü eğitimi sırasında İstanbul Tıp Fakültesi Çapa Çocuk Psikiyatrisi Kliniğinde başlamış aynı dönemde bazı okul öncesi kurumlarda da danışmanlık yapmıştır.

Lisansüstü eğitimini tamamladıktan sonra, Özel Robert Lisesi Çocuk İnceleme Merkezinde iki yıl eğitimci olarak çalışmış, bu sırada Davranış Bilimleri Enstitüsü Çocuk ve Genç Biriminin kuruluşuna katkıda bulunmuş ve 2008 yılına kadar bu kurumda terapist olarak çalışmıştır. Mesleğe yeni katılan terapistlerin de eğitim süreçlerinde yer almıştır. Bu dönem içinde dışavurumcu sanat terapisi, EMDR ve çeşitli travma terapileri, bilişsel-davranışçı terapi, aile terapisi, oyun terapisi, dinamik terapiler alanlarında çok sayıda eğitime katılmıştır. 2005-2012 yılları arasında psikanaliz sürecinden geçmiş ve psikanalizini tamamlamıştır.

Pamuk, 1999 depreminden ve Soma maden faciasından sonra sahada çalışmalarda bulunmuştur. Bunun yanında Beykoz Rehabilitasyon ve Sosyal Hizmetler Kurumunda 13-18 yaş arası kızlarla, travmalarına yönelik olarak beş yıl boyunca gönüllü olarak çalışmıştır. Şu anda Suriyeli kadın sığınmacılara yönelik bir sanat terapisi projesi yürütmektedir.

Pamuk, 1986-2008 yılları arasında Davranış Bilimleri Enstitüsünde klinik çalışmalarını sürdürmüştür. Temmuz 2008’de ise B.E.Y.A.Z Bireysel Gelişim ve Danışmanlık Merkezini kurmuştur ve çalışmalarını halen bu merkezde sürdürmektedir.