Uzm. Psk. Dan. Şükran İ. Başarır ile yeni durumlara uyumlanma sürecine dair keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Bu röportajımızda; hepimiz için yeni başlangıçların kaçınılmaz olduğu, bu yeni başlangıçlarda uyumlanma konusunda bazen zorluklarla karşılaşılabileceği, uyum sağlama becerilerinin çocukların öğrenme süreçleri üzerine etkileri ve çeşitli baş etme yöntemleri gibi farklı konu başlıklarına değindik. Keyifle okumanız dileğiyle…
- Her yaş dönemi, kendi içerisinde yeni başlangıçlar içerir. Bu yeni başlangıçların gerektirdiği uyumlanma becerisini biraz açıklar mısınız?
Gelişimsel olarak hepimizin deneyimlediği çeşitli geçiş süreçlerinin en başından itibaren bizim için nasıl gerçekleştiği çok önemli. İlk ayrılıklar, ilk başlangıçlar, ilk geçişler kritik önemde; çünkü bebek bu geçişleri tek başına anlamlandıramıyor ve bir yetişkinin kendisine eşlik etmesine ve destek olmasına ihtiyaç duyuyor. “Memeden ayrılma”, “ilk adımlar”, “bezden ayrılma”, “yatakların ayrılması” gibi geçişlerin bebeği sarsmadan gerçekleşmesi, onun iç dünyası için çok önemli. Farkında mısınız eskiden “memeyi kesmek”, “bezi bırakmak” denirdi. Oysa erken çocukluk dönemi üzerine çalışan uzmanlar artık dilimizdeki bu “kesmek” ve “bırakmak” sözcüklerinin yerine “ayrılmak” ve “vedalaşmak” sözcüklerini kullanıyorlar. Ne kadar anlamlı… Seçtiğimiz sözcükler neyi nasıl yorumlayacağımıza, hatta o konuda nasıl hissedeceğimize etki eder. Kesmek, “bir anda bırakmak”, “terk etmek” “kopmak”, “kayıp” demektir. Kopma, “terk etme” ve “bırakma” olarak başka bir şeydir; “ayrılma” ve “vedalaşma” ise başka bir şeydir. “Kopuşlar” sarsar, “kayıp” duygusu yaşatır ve kaç yaşında olursak olalım derin izler bırakır. Oysa “vedalaşarak ayrılabilme” kaybı hissettirse de hissedilenleri fark etmeyi, anlamlandırmayı ve o hislerle devam edebilmeyi sağlar. Ayrılma kaygısının, bırakamamanın, vedalaşamamanın ne kadar sık karşılaşılan bir yetişkinlik meselesi olduğuna şaşırmamak gerek. Yetişkinlerin çoğu çocukken sağlıklı ayrılabilmeyi ve vedalaşabilmeyi öğrenebiliyor mu ki yetişkin hayatına aktarabilsin, bir düşünmek lazım…
Her yeni başlangıçta hem zihinsel hem duygusal olarak bebeklere ve çocuklara eşlik etmek çok önemli. “Nasıl hissediyorsun?”, “Şöyle zor olabilir ama buradayım, yanındayım”, “Üzülebilirsin, olmayabilir, yapamayabilirsin, ama ben yanındayım, ara verebilir ve sonra yine devam edebiliriz” gibi. Bebekle/çocukla birlikte merak etmek, heyecan duymak, onun duygularını anlamlandırmak onun hem dış dünyada hem de iç dünyasında birine güvenebilmesi ve yaslanabilmesi demek. Zorluk ne olursa olsun, birinin yanımızda olduğunu bilip buna dayanabileceğimizi hissettirmesi çok önemli. Bu aslında sadece bebeklerin değil, her yaşta hepimizin ihtiyacı. Anne ya da bakım veren kişi, hatta genel olarak ailedeki ve okuldaki ortam; evhamlı, kaygılı, güvensiz ise bu çocuğa yansıyor; güven veren, sakin, denemelere açık, destekleyen, bilgilendiren olursa da bu hal çocuğa yansıyor. Yani çocuğun yakın çevresinin bu ilk öğrenme ve uyumlanma deneyimlerindeki tutumları çok kritik.
“Gelişen birey, daha sonraki kayıp ve geçişlerle baş edebilmek için bebeklikte ve erken çocuklukta binlerce defa küçük başlangıç ile sondan geçmek zorundadır. Her bir sonlanma ne kadar küçük olursa olsun bir çeşit kayıp içerir. Her başlangıç ne kadar küçük olursa olsun bilinmeyenle karşılaşmanın getirdiği bir kaygıyı barındırır. Her bir geçiş dönemi başka kayıplar ve önceki korkulu başlangıçlara dair anıları veya duygulardaki anıları kışkırtır.” (Youell, B.) Yeni başlangıçlar birkaç kez üst üste zorlarsa, hayal kırıklığı oluşturursa ve çocuk yeni deneyimlerindeki zorlukları tek başına yaşarsa bir daha yeni bir şeyi denemeye çekinebilir. Sonra da genellikle ne oluyor? Her yeni başlangıç bir önceki başlangıcın zorluğunu ya da her sonlandırma bir önceki sonlandırmanın acısını bilinç düzeyinde veya bilinçdışında bize anımsatıyor ve zorlanmalar birbirine eklenmiş oluyor. Bazılarımız, bu zorlukları hayat boyu hiçbir farkındalık ve anlamlandırma olmadan yaşıyoruz; bazılarımız bu zorluklarımızla çalışıp, destek alıp, çokça zihinsel ve duygusal çabayla üstesinden gelmeye uğraşıyoruz. Bir şeyin bitmesi, kapanması, onunla vedalaşmak ebeveyn olarak bizim için ne demek, biz bunu çocuğumuza nasıl aktarıyoruz, onun nasıl anlamlandırmasına sebep oluyoruz acaba? Biliyoruz ki bazen biz yetişkinler de bir süreci sonlandırmakta ve veda etmekte zorlanıyoruz. Zaten bebeklerin ilk ayrılma süreçleri daha çok bizim zorluklarımızla ilgili değil mi? Tabii burada şunu da vurgulamak lazım, bu geçişlerden tamamen anne baba ya da ilk bakım verenler sorumlu diyemeyiz. Her bir çocuğun fizyolojik ve nörolojik durumu, zihinsel gelişimi, mizacı da elbette önemlidir. Aynı cinsten ikiz çocukların bile gelişimsel evreleri farklı şekilde deneyimledikleri araştırmalarla gösterilmektedir.
Evde aile ortamındaki bu ilk geçişler tüm hayatımızın tek belirleyicisi değil tabii ki, yaşamlarımızın daha sonrasına da bakmak lazım. Çocuk büyürken kendi aile sistemi içinde neye nasıl tepkiler verileceğini, kendini nasıl ifade edebileceğini ya da edemeyeceğini, ailenin yaptığı ve yapmadığı, söylediği veya söylemediği her şeyden bir şeyler öğrenir. Mizacına uygun olacak şekilde bazı çocuklar ailede gördüklerini sorgulamadan kopyalar, bazıları ise aile sistemine uyumlan(a)maz. Bazen kardeşler bile birbirinin zıddı olabilir. Mizacın rolünü çok da hafife almamak gerek. Ne sadece mizaç, ne sadece yetiştirilme tarzımız, ne sadece fizyolojik ve nörolojik tablo, ne de sadece okul hikayesi ya da hayatımıza dokunabilen diğer yetişkinler; her biri gelişimsel açıdan kritik dönemlerde, o dönem için sistemimizde var olabilen ve kullanabildiğimiz içsel ve dışsal kaynaklarımızdır. Her birimiz bunların hepsinin etkileşimiyle var oluyoruz ve devamlı farklı etkileşimlere istinaden de kaçınılmaz şekilde değişiyoruz.
- Yeni durumlar, değişiklikler, başlangıçlar neden kolay değildir?
Yeni başlangıçlar, çoğumuz için bazı zorluklar oluşturabilirken bazılarımız için bir anda kriz olabiliyor çünkü “yeni” bir şey oluyor, rutinimiz bozuluyor, ne yapacağımızı bilemiyoruz, bildiğimiz-alıştığımız gibi olmuyor. Emeklilikten sonra ne yapacağını bilemeyip depresif olanları da duyuyoruz, yurt dışında üniversite hayaliyle maddi manevi her koşulu zorlayarak bir üniversiteye gidip daha bir dönem olmadan geri dönen öğrencileri de biliyoruz. İçinde yaşadığı yabancı kültüre kendi kültürüymüş gibi uyum sağlayanları da biliyoruz, yıllarca yabancı bir ülkede yaşayıp o ülkenin dilini asla öğren(e)meyenleri de… Özellikle emeklilik, anne baba olmak, kardeş olmak, göçmen olmak gibi sosyal rollerdeki değişimler büyük ölçüde uyumlanma gerektirir. Bunun yanında çok zorlayıcı da olabilir çünkü bir anda dün kim olduğunuzun ve günlük rutininizin hiçbir önemi kalmaz ve kendinizi yepyeni bir var oluş halinde bulabilirsiniz. Bununla baş etmek çok da kolay olmaz herkes için.
Uyumlanma, belki de içinde bulunduğumuz bu yıllarda her zamankinden çok daha fazla önem kazanmış durumda. Dünya, özellikle teknolojik ve sosyokültürel alanlarda daha önce hiç olmadığı kadar hızlı bir değişim sürecinde ve biz de bu değişime şu ya da bu şekilde ayak uydurmak zorundayız. Uyum becerisi, sadece değişiklikleri fark etmekle kalmayıp, aynı zamanda bu değişiklikleri anlamlandırma ve buna göre hareket etme yeteneğini de gerektirir. Bu süreç, sürekli öğrenmeyi ve yeni bilgiye açık olmayı zorunlu kılar. Ancak, bilmediğini fark etmek ve öğrenme ihtiyacını kabullenmek herkes için kolay değildir. Bazıları değişikliklerde minimum çabayla durumu idare etmeye çalışırken, bazıları ise büyük bir merakla karşılaştıkları her yeni şeyi derinlemesine öğrenmek ister çünkü herkesin başlangıçlara, sonlandırmalara, öğrenmeye ve geçişlere dair kişisel hikayesi ve donanımı birbirinden çok farklıdır.
Okul belki de merak, öğrenme ve uyum konusunda akla gelen ilk yer. Okula uyumdan neyi anlamalıyız? “Öğrenme sürecinin en önemli güdüleyicisi meraktır. Ruhsallık merak ettiğine odaklanır. Merak etmek ve merak edilenin peşinden gidip öğrenmek ayrışma dinamiğinin en temel zembereğidir. Bir çocuk ilk bakıcısından, anne babasından, birlikte yaşadıkları deneyimler aracılığıyla öğrenmemeyi, düşünmemeyi, bilmemeyi öğrenebilir; daha doğrusu öğrenmeyi, düşünmeyi, merak etmeyi öğrenmeyebilir. Bu yanlış öğrenme veya öğrenmeme durumunu fark etmeye başlamanın kendisi yeni bir öğrenmedir. Bu da çoğunlukla bir başka ilişkinin yarattığı yeni olanaklar sayesinde olabilir.” (Erten, Y.) Merakın erken dönemde öğrenilememiş olması, ayrışmanın gerçekleşememiş olması gibi bazı erken dönem zorlukları nedeniyle bazı çocuklar için evden okula geçiş süreci, bir gruba ait hissetmek, bağ kurabilmek, orada güvende hissetmek, süreçlere dahil olabilmek, kurallara uyabilmek, öğretilenleri merak edip içe alabilmek çok da kolay olamayabilir. Okula uyum ve okulda öğrenmenin karmaşık dinamiklerini özetleyecek olursam: Okul süreci, öğrenme ile öğretme kaçınılmaz olarak kaygı barındırır. Psikanalitik görüşe göre, bir gruba üyeliğin kendisi de kaygı uyandırıcıdır, öyleyse okul iki kat zorlu, iki kat kaygıyla baş etmeyi gerektiren bir yerdir. Sınıf ve okul dinamikleri ilk bakışta görünenin çok ötesindedir. Sınıf ortamında herhangi bir sebepten tedirgin ve huzursuzken bir şeyler öğrenebilmek mümkün olabilir mi? Sınıfların grup dinamiklerinin iyi anlaşılması pek çok öğrenme ve uyumlanma probleminde yardımcı olacaktır. Okullarla sınıfların kurallara ihtiyacı vardır. Bu kuralların içinde, ailede kazanıldığı umulan kuralların yanında, okula veya sınıfa has kurallar da vardır. Çocukların makul düzeyde kuralların sağladığı güvene ihtiyaçları vardır. Kural kavramı ile toplumsal bazı kuralların çocuk okula başlamadan önce öğrenilmesi okula uyum açısından çok gereklidir. Grup deneyimi, aile yaşamını andırdığı için kıskançlık ve rekabet duygularını tetikler. Çocuklar tek bir öğretmenin dikkati ve onayı için yarışırlar. Okul ortamında hiçbir çocuk evdeki gibi biricik değildir ve bazı çocuklar için sadece bununla baş etmek bile zordur, hangimiz okul hayatına dair “Öğretmenim beni hiç görmüyor.”, “Öğretmenim hep bana kızıyor, başkası yaptığında kızmıyor.” gibi şeyler duymadık ya da düşünmedik ki?
- Uyumlanma konusundaki bir zorluk, öğrenme süreçlerini nasıl etkiler?
Tüm bu duygusal dinamikler ve okuldaki her tür duygusal ilişki öğrenmemize destek de verebilir, ket de vurabilir. Okula uyumlanmanın ön koşulları belki de çoğu öğrenci için zihinsel süreçlerden önce böylesi duygusal-ilişkisel süreçlerdir. Okul ve öğrenme dinamiklerine bakarken ailelerin de okula uyum sürecindeki duygusal-ilişkisel rolünü düşünmemiz gerekir. “Aileler dış dünyaya farklı şekillerde uyum sağlar, bazı aileler diğerlerine göre daha yargılayıcıdır, daha evhamlıdır; bazı aileler yeni ya da farklı etkilere daha açık ya da daha az açıktır. Bütün bunlar eğitime bakış açılarını ve çocuklarının evden okula nasıl geçiş yapacaklarını belirler. Ailenin birincil görevi bebeği dünyayla aşamalı olarak tanıştırmak, daha geniş sosyal ortama geçişini sağlamaktır. Çoğu çocuk için ilk temel aşama evden kreşe ya da anaokuluna geçiştir. Bazı anne babalar için çocuklarını öğretmenlerin ellerine bırakmak hiç de basit bir mesele değildir. Bu dönem, çocuklarının yollarına devam edip, bilinmez aile dışı etkilere maruz kalmalarına izin verdikleri ilk dönem oluyor. Çocukları arkadaşlarının ailelerini yücelttiğinde yaşadıkları rekabet ve kıskançlık duygularıyla baş etmeleri de gerekiyor. Eğitime karşı ikircikli duyguları olan aileler için de bu kolay olmayacaktır. Çocuklar okula bilinçli ya da bilinç dışı olarak anne babalarının umut ve beklentilerini yüklenerek gelirler. Henüz beş yaşındayken bile bir çocuk anne babasıyla okulunun arasındaki gerilimi fark edebilir, böyle bir gerilim varken bir çocuk okulla nasıl ilişki kurabilir?” (Youell, B.) Okula uyum ve öğrenme süreçlerinde şüphesiz ki etkin düzeyde açık, şeffaf, yapıcı bir okul-aile işbirliğine ihtiyaç vardır. Okula uyum aile desteğinden bağımsız düşünülemez.
Okuldan, öğrenme süreçlerinden, uyumlanmadan bahsederken okula uyumun ve öğrenmenin neden son yıllarda gitgide zorlaştığından da biraz bahsetmek isterim. Klinik Psikolog ve Psikanalist Neslihan Zabcı 2011 yılında yazdığı doktora tezinde, yakın zamanda değişen çocukluğu/ergenliği şöyle anlatır:
“Hem ülkemizde hem de dünyada hiperaktivite, davranış problemleri, kendi kendine zarar verme gibi patolojiler çok fazla ön plana çıkmaktadır. Utangaçlık ve içine kapanma gibi sorunlara eskiye oranla daha az rastlanmaktadır. Modern batı toplumları hep bir acele içindedir; hayal kırıklıklarına tahammül etmek ve bekleyebilmek gibi değerler artık tanınmamaktadır. Giderek yaygınlaşan “çocuk evin reisidir’’ anlayışı, nesiller arası farkın gölgede kalmasına yol açmaktadır. Yüzyıllar boyunca, çocuğun sosyalleşmesi, önce ailesi ve yakın çevresi, sonra da okulu tarafından şekillenmiştir. Günümüzde ise “görüntüler” ve “imgeler”, yani medya çocuğun ruhsallığını yapılandırmaktadır. Televizyonda, toplumsal değerlerde ve Avrupa’da son 30 yılda aile yapısında büyük değişiklikler olmuştur. Anne-baba bağı arasındaki kopuş ve ebeveynlerin uyarı kalkanı rolünün, onların çok daha az çocukları ile birlikte olabilmeleri sonucunda zayıflaması temel değişikliklerin arasında sayılabilir. Bunun yanı sıra, boşanma, tek ebeveynlik, ikinci evlilik oranı son yıllarda çok artmıştır. Sosyologlar aile kurumunun, sosyal dokuyu inşa eden temel bir unsur olarak tanımlanan rolünü giderek yitirdiğini belirtmektedirler. Aile yapısındaki bu temel değişiklikler, hayal kırıklığına dayanamayan, hiçbir gecikmeyi kabullenemeyen, bağımlı, dile yatırımı düşük olan, duyulara ve cinselliğe yatırımı artarken kuralları hiçe sayan çocukların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Özellikle babalık işlevinin düşüşü, zayıf bir üstbenlik yapılanması, suçluluk duygusu eksikliği, yüceltme yetisinde azalma, çölleşmiş bir hayal dünyası ile sonuçlanmaktadır ve dürtüsellik son şiddetiyle devam etmektedir”.
Okula uyum, ailevi ve toplumsal değişimlerden bağımsız düşünülemez. Çocukların büyüme sürecini, beklenildiği şekilde değil de, bahsedilen bu koşullarda geçirdiği ve adına da günümüzde genelde “erken ergenlik” denen bu yeni süreçlerin okula uyumu ve öğrenme süreçlerini etkilememesi mümkün olabilir mi? Ergenlik değişti/değişiyor, anne-baba tutumları değişti/değişiyor ve değişen bu koşullarda artık bizlerin de öğrenme ve uyumlanamama süreçlerine daha farklı şekillerde ve daha geniş açılardan bakmaya uyumlanmamız gerekiyor.
- Her birimizin yaşamında yeni başlangıçlar yaşanır, ancak neden her birimiz farklı etkileniriz? Bize iyi gelen baş etme yöntemlerini nasıl keşfedebiliriz?
Kişilik özellikleri ve mizaç elbette çok önemli. Merak, öğrenmeye ve yeniliklere açık olmak, eksik olduğunu veya bilmediğini kabul edebilmek önemli kişisel özellikler. Çevresel faktörler de aynı şekilde çok önemli, öğrenme ortamı destekleyici mi yoksa yargılayıcı ve kıyaslayıcı mı? Bizim içsel hızımızı dikkate alıyor mu yoksa bizim için çok yavaş veya çok mu hızlı kalıyor? Duygusal süreçlerimiz dikkate alınıyor mu gibi detaylar çok önemli. Duygu regülasyonuna gelince; duygularımızı fark edebilmek, adını koyabilmek, düzenleyebilmek, kendimizi yatıştırabilmek, farklı duyguları birbirine karıştırmamak her yaş için en gerekli ama bir o kadar da en az görülen ve yaşamsal olan beceriler. Çocuk duygu regülasyonunu ailede öğrenmiş mi, okulda uygulayabiliyor mu yoksa hep bir yetişkinin eşliğine mi ihtiyaç duyuyor kadar, çocuk okulda duygularını regüle edemediğinde nasıl karşılanıyor kısmı da önemli. İşte bu yüzden, aslında yetişkinlerin de duygu regülasyonundan bahsediyor olmamız gerekir. Her birimizin bizi ne zaman nelerin tetiklediğini fark etmemiz çok önemli bir sosyal-duygusal olgunluk seviyesi bence. Bizi ne zorluyor, ne öfkelendiriyor, ne düşürüyor, ne yükseltiyor bunların farkında olmak gerekir ve elbette ki bizi neyin yatıştırdığını bilmemiz her şeyden önemli. Hepimiz hem kendimizle ilgili düşünmek, duygularımızı fark etmek, hem de duygularımızın ardındaki düşüncelerimiz ve kişisel algılarımız/yorumlarımız üzerine detaylı düşünmekle sorumluyuz. Kendimizi tanımak ve bizim için en uygun baş etme yollarını bulmak için özellikle zihinsel ve duygusal esneklikle ve tabii ki duygu regülasyonuyla ilgili okumalar yapmak, podcast ve webinarları takip etmek ve gerekiyorsa profesyonel destek almak çok kıymetli olacaktır. Bize en iyi gelen baş etme yöntemlerini bulmak belki çok kolay olmaz ama bize neyin iyi gelmediğini hepimiz kolaylıkla fark edebiliriz. Bir şeyi çok kez denediysek ve işe yaramadıysa neden aynı düşünce veya davranış kalıbını sürdürüyoruz onu iyi düşünmek lazım. Yeni baş etme yolları denemeye ve bize neyin iyi geldiğini bulmaya emek sarf etmek gerekiyor. Elbette ki bir parça kendi kendimize yol alabiliriz, bir parça da yakınlarımızın desteğiyle ama çabalasak dahi belirli zorluklar yaşamaya veya yaşatmaya devam ediyorsak profesyonel destek almayı düşünmemiz de gerekebilir.
- Uyum sağlamak kadar uyum sağlamamanın ne olduğunu bilmeye de ihtiyacımız var. Yeni bir ortama, yeni bir bilgiye, ilişkiye uyum sağlayamadığımızda bunun çıktıları nasıl olur?
Uyum sağlamama, bazen uyum sağlamayı gerektiren koşullara veya sürece direnç göstermekten kaynaklanıyor olabilir ama bazen de uyum sağlamak için gerekli olan ön koşullara yeterli derecede sahip olmamaktan da kaynaklanabilir. Zihinsel ve/veya duygusal esneklik gösteremediğimiz için uyum sağlayamayız çoğunlukla. Bu çok zorlayıcı bir haldir; ilerleyemeyiz, takılı kalır, huzursuz oluruz, yeni duruma uyum sağlayamayınca mutlaka duygusal ve sosyal zorluklar yaşarız. Bunu bazen “Ben beceriksizim, yapamıyorum.” şeklinde kendimize mâl ederiz, bazen ise öfkemizi dışa yöneltir, bizi zorlayan durumu veya kişileri suçlarız. Böylesi bir “uyum sağlayamama hali” genellikle ya kendimize ya da dışarıya öfkelenmemize neden olur. Tabii burada yüzeyde görünen duygu öfke olsa da öfkenin asla tek başına bir duygu olmadığının altını çizmek gerekir. Yoğun öfke duyulan zamanlarda genellikle o öfkenin altında hayal kırıklığı, engellenmişlik, yalnızlık, çaresizlik gibi pek çok duygu daha yatar ve aslında dikkat edersek tüm bu duygular uyumlanamama süreçleriyle son derece ilişkilidir. Uyum sağlayamama süreci zorlayıcı duygular yaşatır ve hem düşünce hem duygu boyutunda iyice ele alınmazsa şüphesiz ki ilerleme olamayacak ve davranış değişikliği gerçekleşemeyecektir. İşte bu noktada zihinsel ve duygusal esneklik kavramları büyük önem taşımaktadır. Dilimizde ve kültürümüzde “uyumlanma” hemen her zaman olumlu algılansa da bazı durumlarda kişinin ruh veya beden sağlığını koruması için uyum sağlamayı reddetmesi gerekebilir. Kimse elbette ki karşılaştığı her yeni duruma uyum sağlamalı şeklinde düşünemeyiz; kişinin hiç istemediği, kendisine iyi gelmeyen hatta zarar gördüğü bir ilişki veya bir iş söz konusuysa, uyumlanmak yerine, durumu reddetmeye ve içinden çıkmaya çalışması onun için elbette ki daha sağlıklı bir karar olacaktır.
- Uyum sürecini ne zaman dönemsel, durumsal ve doğal bir süreç olarak kabul etmeliyiz?
Uyumlanma çabaları bazı geçiş veya değişim dönemlerinde son derece doğal olarak görülse de kişi için destek ihtiyacı doğabilir. Okula uyum gibi, taşınma gibi, yeni bir işe başlamak gibi… Her tür zorlanma ve uyumlanamama süreci muhakkak ki anlaşılma ve destek gerektirir. Ani ve beklenmedik bir şey olduğunda, o yeni duruma hazırlıksız yakalandığımızda, o sırada yanımızda destek alabileceğimiz kimse yoksa, özellikle de aynı anda birden fazla değişiklik söz konusuysa elbette hepimiz dönemsel olarak zorlanabiliriz. Herkesin mizacı, içsel ve dışsal kaynakları, aile hikayesi, sosyal-duygusal becerileri, zihinsel ve duygusal esnekliği farklıdır. Okul değişikliğinde elbette ki o çocuğun bir zorlanma yaşaması beklenir. Aynı şey şehir veya ülke değiştirenler için de geçerlidir. Belli bir süre uyumlanmada zorluklar beklenir ama bu zorlanmalar tüm yıla hiç hafiflemeden yayılıyorsa, içsel ve dışsal kaynaklar yetersizse, talep edildiği halde hiçbir destek alınamıyorsa artık bu süreç durumsal ve doğal kabul edilmemelidir. Dönemsel başlayan zorlanma süreci artık bir kriz dönemine evrilmiş denebilir. Ruhsallığı zorlayan değişim süreçlerinde muhakkak önce kişinin duygularını ifade etmesi desteklenmeli ve kendisine, ihtiyacı olan her tür destek sağlanmalıdır. Çocukluk travmaları, psikolojik dayanıklılık, zihinsel esneklik ve duygu regülasyon becerileri arasındaki ilişkilerin yetişkinlerde incelendiği bir araştırmada şöyle der: “Çocukluk travmaları yaşayan insanların, ileride yetişkinliklerinde ruhsal/mental hastalıklar yaşamamaları ve onlara yardımcı olabilmek için onların düşüncelerinin ve duygularının iyi incelenmesi, olumsuz baş etme mekanizmalarının ve katı, esnek olamayan düşünce kalıplarının çok iyi belirlenmesi gerekir.”
“Hayat değişmedir. Değişme aktif bir süreçtir, adanmışlık ve dayanıklılık gerektirir. Bu değişmelerden olgunlaşarak çıkmak için uyum sağlamamız gerekiyor. Araştırma sonuçları çok nettir. Katı bir tutumla aynı kalmaya çalışanlar, değişme kaçınılmaz olduğunda daha fazla acı çekip zarar görür ve bu da hayattan zevk alma ve hatta başarılı olma kapasitelerini sınırlandırır. Değişmenin acısına razı olursak ve nasıl uyum sağlayacağımızı öğrenirsek, bir sonraki adımı atacak enerji ve güveni elde ederiz. Genellikle hayatın en zor bulduğumuz evreleri, beraberinde korku ve belirsizlik getirenlerdir: Üniversiteden yetişkinliğe geçme, düzenini kurma, çocuk sahibi olma, emekli olma ve sağlık sorunlarıyla birlikte yaşlılıkla yüzleşme… Değişim karşısında herkesin kendi tepkilerini anlaması ve gerekli başa çıkma mekanizmalarını geliştirmesi için aktif olarak kendi üzerine çalışması gereklidir. Karşılaştığımız zorluklarla kendimizi anlayarak yüzleşme cesaretini bulursak ve dikkatimizi başka şeylere dağıtmak yerine kendimizi tanımayı öğrenirsek, değişme bize büyüme ve gelişme getirecektir.” (Samuel, J.)
Röportaj:
Şükran İ. Başarır
Uzman Psikolojik Danışman
Aile ve Çift Terapisti
2003-2004 yıllarında, Bakış Eğitim ve Psikolojik Danışmanlık Merkezi ve İsrail’deki Nord Cope Center- Community Stress Prevention Center iş birliğiyle düzenlenen eğitimlere katılarak “Aile Terapisti” sertifikasını almıştır.
2003-2017 yılları arasında Robert Kolej Rehberlik Servisinde çalışırken, yarı zamanlı olarak da 2003-2013 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Bölümünde Öğretim Görevlisi olarak çalışmıştır.
2004 yılında Harvard Üniversitesi Eğitim Fakültesinde “Öğrenmeyi Öğrenme (Project Zero)” programına katılmış, 2009 yılında öğretmen değişim programıyla gittiği New York’ta K12 düzeyinde özel bir okulda misafir psikolojik danışman olarak bulunmuştur. 2009’da ABD’de katıldığı “The Counselor Training Center” (CTC) seminerleri sonunda “Uluslararası Okul Psikolojik Danışmanlığı” sertifikasını almıştır. Ulusal ve uluslararası pek çok Aile ve Çift Terapileri, Psikanaliz, Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı, Okul Ruh Sağlığı konulu seminer ve kongrelere katılmış, sunumlar yapmıştır.
2006 yılında Türk Psikologlar Derneği tarafından yayınlanan İngilizce-Türkçe “Aile Terapisi Terimleri Sözlüğü” nü çeviren ekipte yer almıştır. Seçil Cüntay’la birlikte yazdığı “Pandemi Döneminde Ebeveyn Olmak: Alıştığımız Gibi Değil” ve “Yatılı (Okulda) Büyümek” isimli iki kitabı bulunmaktadır. İrem Polat’ın yayına hazırladığı “Kardeşliğin Keşfi” kitabının da bir bölümünü yazmıştır. İki çocuk annesidir; halen Güzel Günler Klinik ekibiyle birlikte çalışmalar sürdürmekte ve MEF Üniversitesi PDR Bölümü’nde yarı zamanlı öğretim görevlisi ve süpervizör olarak çalışmaktadır.
Kaynakça
Youell, B. (2015) Öğrenme İlişkileri: Eğitimde Psikanalitik Düşünce. Bağlam Yayınları.
Öğrenme ve Bilinçdışı: Psikanaliz Defterleri 3, Çocuk ve Ergen Çalışmaları. (2019) Yapı Kredi Yayınları.
Zabcı, N. (2011) Latans (okul çağı) döneminde çocukların dürtüsel işleyiş özellikleri ve projektif testlerin katkısı. Doktora tezi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Psikoloji Ana Bilim Dalı
Samuel, J. (2023) Bu da geçecek: Değişim, Kriz ve umut dolu başlangıç hikayeleri. Eksik Parça Yayınevi.
K,G, D, Z., Y,C. (2024) Investigation of the relationship between childhood traumas, psychological resilience, cognitive flexibility and emotion regulation skills in adults. The European Research Journal 2024;10(2):166-177