Klinik Psikolog Funda AKKAPULU ile “otorite” kavramının zihinlerimizde alışılagelmişin dışında yeniden anlam bulacağı keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Çocukların ebeveynleriyle hem koruyucu sınırları öğrendikleri hem de güvenle yaslanabildikleri bir ilişki kurmaları için kaçınılmaz olan otorite kavramının püf noktalarını konuştuğumuz sohbetimizi keyifle okumanız dileğiyle…
- “Nesil farkı” kavramını tanımlar mısınız?
Sosyal ve ruhsal düzlemde, büyük ve küçük olanı birbirinden ayırt eden ama birbirinden ayırt ederken her iki grubun hak ve sınırlılıklarını da güvenli bir biçimde tarif eden bir kavram nesil farkı kavramı. Pek çok yerde, pek çok şekilde ele alınabiliyor ama biz burada ruh sağlığı ile ilgilendiğimiz için ben o bağlamda ele alacağım. İnsanın doğduğu andan itibaren en temel işlevi, kendisi ile öteki arasındaki farkı belirlemek ve yaşadığı sosyal, ruhsal, zihinsel, fiziki çevre içerisinde kendi yerini belirlemekle ilgili bir vazifesi vardır. Kendi yerimizi belirlerken, böyle nirengi noktası olan temel bilgilerden bir tanesi bu nesil farkı dediğimiz kavramın getirdiği güvenli alandır. Niye güvenli alan diyoruz? Çünkü insanın kim olduğunu tarif ederken nesil düzlemi içindeki kesintisizlikte kendi yerini bilmesi, aslında her şeyden önce ruhsal olarak kendini güvende hissetmeye yardım eden bir bilgidir. Benden öncekiler ve benden sonrakiler kesintisizliğinde bir yerde olmanın güvenliği ile birlikte, o kesintisizlik içerisinde biricik olmanın da alanını getirir aslında. Biz ancak ötekilerden farklı ve ötekilerle benzer olan noktalarımızı tarif ettiğimizde kendi biricikliğimizi tarif edebiliriz. Kendi biricikliğimizi tarif ederken de o nesil dediğimiz kesintisiz düzlemin içerisindeki yerimizi sabitleyebildiğimizde, yani tam olarak oranın neresi olduğunu bildiğimizde ruhsal ve zihinsel olarak güvende hissedebiliriz. Nesil farkı kavramı sayesinde kişi kendiliğini, benliğini tarif ederken biricikliği olduğu kadar birlikte yaşadıkları insanlara dair yüklerini ve yükümlülüklerini de bilir ve tarif eder. Şimdi burada “yük” derken o nesil düzleminin kesintisizliğinde bizden öncekilerin bize aktardıklarından bahsediyorum. Bu aktarılanlar yani, nesil farkı bağlamında bize iletilenler -ki biliyorsunuz son zamanlarda nesiller arası ileti diye çokça dile getirildi- bizi dönüştürmeye, iletmeye, yaratıcılığa, üretkenliğe köken olan verilerimizi sağlar. O yüzden bir yüktür, yükümlülüktür ama aynı zamanda güvenliğin de mihenk taşıdır, çünkü ancak bu sayede varlığımızın ve bundan sonra da varlığımızı sürdürebilirliğimizin garantisini sağlar nesil farkı. Ben bir ruh sağlığı uzmanı olarak kavramı bu haliyle ele almayı öneririm.
- Çocukta sınır ve otorite kavramı nasıl gelişir?
Az önce de belirttiğim gibi nesil kavramı, kesintisizlik içerisinde kendi biricikliğinizin yerini bulmaya dair bir deneyimdir. En temel sınır, ben ile öteki arasındaki sınırdır. Ben kimim, öteki kim ve bizim ilişkimiz içerisinde beni ben yapan, ötekini öteki yapan nitelikler, özellikler neler? Aslında sınır derken en temelde bundan bahsediyoruz. Genellikle “anne babaların kullandığı sınır” dediğimiz zaman kurallar tanınıyor. Ama en temel kural, benim kendi kendimi tanımamla, kendime iyi gelenler ve kötü gelenleri ayırt edebilmem ile belirlenen sınırlardır. Bu anlamda otorite çok önemli bir kavram. Bunu otoriterlik kavramından ayırt etmek gerekir. Buradaki otorite aslında bilgiye hakim olan, birlikte yaşamanın kurallarını bilen, yaslanılan kişinin tarif edildiği kavramdır. Yani otorite hem beni bilecek, hem hayatı bilecek, hem bir arada güven içerisinde yaşamanın kurallarını bilecek ve bu bilgisiyle bana hayatı ve kendimi tanıtacak olan kimsedir. Otoriteyi bu anlamda kullanıyoruz biz. Dolayısıyla otorite bu bağlamda hem benim sınırlarımı hem de ötekilerle aramdaki bağın sınırlarını bana tarif eden, bilen kişi anlamındadır. Çok kolay bir makamdan bahsetmiyorum, aksine zor ve karmaşık bir makam bu. Bir bebek doğduğu andan itibaren bu makamın doğal sahipleri annesi ve babası, yani onun temel bakım verenleridir. Şimdi bu niye önemli: Çünkü otorite daha ilk andan itibaren, yani bebek ağladığında “Dur bakalım senin uykun geldi galiba.” deyip onu yatıştıran ya da huzursuz olduğunda “Galiba sen açıktın, gel bak sana biraz süt vereyim, meme vereyim.” diyen, bu anlamda bebeğe neyin iyi geleceğini bilen otorite aslında. Şimdi bu otorite onu ve ona iyi gelecek olanı bilip ona tarif ederken aslında sınırları da getiren kişi oluyor doğal olarak. Mesela ne oluyor: “Şu anda acıktığın için ağlamıyorsun, huzursuz olduğun için ağlıyorsun. O yüzden sana yemek vermeyeceğim ama onun yerine güzel bir kucak vereceğim. Yemek yok ama kucak var.” diyen kişi, onu bilen kişi oluyor. Dolayısıyla aslında sınır getirerek, kural koyarak kişiye hem kendini tanıma fırsatı veren hem de ona neyin iyi geleceğini anlatmaya olanak sağlayan kişidir otorite. Ve bu kurallar sayesinde de aslında kişinin kendi sınırlarını da bilmesine yardımcı olan, o yüzden de kendini tarif etmesini mümkün kılan kişidir. O yüzden anneler, babalar, çocuklarına bunlarla seslendiğinde, yani “Sen galiba birazcık üşüdün.” dediğinde, “Şimdi biraz uykuya ihtiyacın var.” dediğinde “Ama bak ödevlerini yapmazsan, yarın okula gittiğinde kendini huzursuz hissedersin.” dediğinde, bu kişiye hem onu anlatan hem de ona bir iç ses olan otoriteler haline geliyorlar. Dolayısıyla bu iç sesler bir süre sonra, bebekte, çocukta, gençte yavaş yavaş birikiyor. Yani bir nesilden öteki nesile aktarılıyor ve o bir yetişkin olduğunda, zorluklarla karşı karşıya geldiğinde; hayat da ona birtakım sınırlar, kurallar getirdiğinde o kurallarla, sınırlarla nasıl baş edeceğini düşünürken onu sakinleştiren birer iç ses haline dönüşüyor. O yüzden otorite olan kişi, aslında hırpalayan, üzen, zarar veren değil de; sakinleştiren, ona iyi gelecek olanı bulmasına yardımcı olan ve sınırları koyan kişidir. Dolayısıyla; nesil farkını en başta tarif ederken, kişiye yük ve yükümlülük yanında güvenli bir alan da oluşturur demiştik. Bu anlamda aslında nesil farkını korumak, yani çocuğun, bebeğin, gencin ihtiyaç duyduğu otoriteye, hayat bilgisine, temel bilgilere sahip olmak nesil farkı nedeniyle yetişkinlerin, ebeveynlerin yükümlülüğüdür.
- Aileler, nesil farkını günlük rutinlerinde çocuklarına nasıl yansıtabilirler?
Bu, doğumdan itibaren yavaş yavaş inşa edilen bir deneyim. Zaman zaman bu inşa süreci aksamalara maruz kalabilir ama her zaman telafi de edilebilir. Hayatımızın, zorlu, krizli birtakım dönemlerinden geçiyor olduğumuz için buradaki yükümlülüklerimizi bir süreliğine yerine getirememiş olabiliriz. Ancak hemen görevin başına geçildiğinde sistem tekrar işleyebilir çünkü en temelde nesil farkının getirdiği yükümlülükler ve aktaracaklarımız son derece insanidir. O yüzden her zaman, her an, gelişimin her döneminde fonksiyoneldir ve telafi edilebilir. Elbette ki çok kritik zamanlarda ve çok uzun süre çocuklar bunun getirdiği koruyuculuktan mahrum kaldıklarında yaşadıkları hırpalanmalar birtakım ruhsal zorlanmalara neden oluyor ama şunu bilelim ki, her zaman her şey telafi edilebilir. Eğer anne babalar olarak bunu böyle bilirsek, o zaman müdahale etmekte de daha yürekli oluruz. Çocuğumuzu ihtiyaçları ile birlikte aklımızda tutmak önemli bir kural. Bu her zaman fiziksel olarak müdahale etmeyi gerektirmez ama zihinsel ve ruhsal olarak ona eşlik etmeyi gerektirir. Doğduğu andan itibaren ona bir günlük bakım rutini sağlamak, onun gelişimiyle birlikte bu rutinin değişmesi gerektiği zaman onu değiştirebilmek, yani ilk başta iki saatte bir emzirirken, zaman içerisinde onu dört saatte bir besler hale gelebilmek… Başta çok uzun saatlerde ve erken saatlerde uyuturken sonra zamanla onları daha kısa sürelerde ve daha uzun aralıklarla uyutabilmek… Aslında bunların hepsi birer sınırdır. Sınır deyince aklımıza gelen ödev, ders, kılık kıyafet gibi bizi sıklıkla çatışmaya götüren meseleler değil de, daha çok temelde en gündelik hayattaki bakım verme işlerimizi yapma biçimimiz olarak aklımızda tutmalıyız. Anneler babalar bunları yerleştirirken evlatlarının ihtiyaçlarını ve kendi olanaklarını her zaman zihinlerinde tutmalılar. Bu ne demek? Başka bir ailenin kuralı, rutini bizim için bir kural ya da rutin olmayacaktır. Bizim ailemizin kuralı, rutini kendi içerisinde belirlenecektir. Burada bizim çocuğumuzla nasıl iletişim kurduğumuz, bu kuralları, rutinleri bir otorite olarak ona nasıl ifade ettiğimiz ve ne için oraya koyduğumuzu aktardığımız aslında bizim nesil farkını aile içinde nasıl işlettiğimizin bir ifadesidir. Şunu söylemek istiyorum: “Dışarıdaki dünya çok tehlikeli, bu kurallara uymazsak başımıza çok büyük işler gelir. O yüzden de bu kurallara uymak zorundayız. Ben de annen/baban olarak, bunları sana dikte etmek zorundayım.” şeklindeki bir üslup çocuğu da tedirgin ve huzursuz edecektir. O nedenle bu şekilde ifade edilen kurallar, sınırlar, çocuklarda dirence neden olacaktır. Bir örnekle açıklayacak olursak: Diyelim ki ilkokul 1. sınıfa başlamış bir çocukta ödev rutini oluşturmaya çalışıyoruz. “Ödevlerini yapmazsan öğretmenin senin tembel olduğunu düşünür.” demek, “Dışarıda bir öğretmen var ve senin için kötü şeyler düşünebilir ve sen o kötü düşüncelerden kendini korumalısın. Kimsenin senin için kötü bir şey düşünmemesini sağlayacak şekilde hareket etmelisin.” tedirginliğini aktaracaktır çocuğa. Böylesi bir ebeveyn de nesil farkıyla “Ödev yükümlülüğünü öğrenmen gerekiyor” demekte ama üslubu çok daha endişe dolu. Halbuki “Biliyor musun ödevini yapmadan okula gittiğin zaman sen de kendini pek iyi hissetmeyebilirsin. Yaptığın şeyi tam yapmak sana da çok gurur verici gelecek, kendinle gurur duyacaksın. Bak bir dene, elinden geleni yap göreceksin o his güzel gelecek kalbine.” dediğiniz zaman aslında bunu kendisi için yapan, iyi yaptığı şeyden sonra kendini iyi hisseden, yani tamir edilmiş hisseden bir çocuk büyüteceğiz. Çocuğa ortak akılla, ortak zihinle, sosyal gerçeklerle uyumlandığı zaman, bundan bir gelişmeye yelken açacak olduğunu ifade eden bir ebeveyn de aslında hem nesil farkını hem otoritenin ona getirdiği kuvveti çocuğuna aktarmış olur. Aynı zamanda böylesi bir tutumda tedirginlik yerine yapıcılık vardır. Dolayısıyla çocuğumuzun hayatını düzenleyen; giyeceği monttan, yiyeceği yemeğe kadar ona olanaklarını kendisi için ve ötekiler için iyi bir şekilde kullanmayı öğreten her kural aslında nesil farkının bize verdiği yükümlülüğe yaslanarak onu öğrettiğimiz bir sınır çalışmasıdır. Dolayısıyla bunu illa şunları şunları yapmak zorundayız gibi ele almamak lazım. Tersine onunla iletişimimizde onu dünya düzenine hazırlayan, uyumlandıran her ifademizin, her girişimimizin bizim yükümlülüğümüz olduğunu hatırlamamız lazım. Bunu yaparken kaygıya değil de yaratıcılığa, üretkenliğe gönderme yapmak her zaman çok daha iyidir.
Kurallardan, sınırlardan, nesil farkının yükümlülüğünden bahsederken çocuklarımıza aktarmamız gereken çok önemli başka bir şey daha olduğunu düşünüyorum: yetişkine, otoriteye, büyüğüne güvenme duygusu. Çünkü çocuğun ona getirilen sınırlara uyumlanabilmesi, onlarla işbirliği içinde olabilmesi için bu sınırları getiren yetişkine güveniyor olması lazım. O yetişkinin onun iyiliğini istediği, ona destek olmak istediği konusunda zihninin berrak olması lazım. Burada öğretmenler için evde yapılan atıfların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yani evdeki yetişkinler okuldaki öğretmene dair olumlu referanslar kullandığında, kendisinin öğretmene güvendiğini, öğretmene hürmet ettiğini çocuğuna aktardığında çocuk da okulda o öğretmenle işbirliği içinde olmakla ilgili çok daha fazla efor sarf edecektir. Ama yetişkin okula, öğretmene, antrenöre, koça güvenmediğinde ve sürekli onları eleştiren bir tutum sergilediğinde, dışarıdaki dünyayı sürekli değersizleştirdiğinde çocuk da evin dışındaki otoritelere kendini emanet etmek ve onlardan destek istemek konusunda kendini iyi hissetmeyecektir. O yüzden evin içinde getirdiğimiz kurallar ve bunları nasıl ifade ettiğimiz kadar, dış dünyadaki diğer otorite kaynaklarına dair bilgiyi, deneyimi nasıl aktardığımız, onlara gösterdiğimiz hürmetin ve güvenin çocuklara nasıl iletildiğini görmemiz de çok önemli. Çünkü çocuklar büyüdükçe anne baba dışındaki yetişkinlere de yaslanmaya ihtiyaç duyuyorlar. Biz yetişkinlerin eşlerimize, ortaklarımıza güveniyor olmamız lazım ki, çocuklar da anne baba dışındaki diğer kaynaklardan faydalanabilsinler. Sadece evin içindeki kurallar değil, evin dışındaki kurallarla da işbirliği içinde olmak, çocuğun nesil farkı düzlemini olumlu bir şekilde kullanmasına yardımcı olacaktır.
- Boşanma ve yaşamda karşılaşılan diğer önemli değişiklikleri nesil farkı açısından ele alabilir misiniz?
Yetişkinler dünyasında olabilecek boşanma, taşınma, iş değişiklikleri gibi her kriz, yaşamın diğer tüm krizleri gibi iyi yönetilirse gelişmeye, ilerlemeye olanak sağlar. Kötü yönetilirse tabii ki kriz krizi doğurur ve sıkıntılara neden olur. Dolayısıyla bu bana getirdiğiniz hayat örneklerinin her biri eğer iyi yönetilirse çocuk için aslında zenginleştirici, geliştirici hatta bazen güçlendirici olabilir.
Elbette ki hayat hep yolunda gitsin ve her şey başladığımız gibi belli bir düzen içerisinde devam etsin isteriz ama hayat çoğu zaman o denli sabit değil. İrili ufaklı krizler yaşıyoruz. Burada hatırlamamız gereken, biz yetişkinlerin hayatında her ne olursa olsun onlar olurken çocukların bundan mutlaka etkilendiğini biliyor olmamız. İkinci kural; bu etki eğer biz yetişkinler tarafından iyi yönetilir, iyi dillendirilir ve sabitlikleri bozmadan düzenlenebilirse çocuk tarafından daha az endişe ile karşılanır. Akılda tutmamız gereken üçüncü nokta da hayatta bu gibi krizler yaşadığımız zaman, bunlar üzerine konuşmak, söze yer açmak, çocuğun ne hissettiği ve ne düşündüğünü söylemesi için olanaklı zamanlara çocuğu davet etmek, yaşayacağımız krizlerin bize yaratacağı hırpalanmaları azaltacaktır. Mesela boşanma, karı koca arasında olan bir durumdur, anne baba boşanmaz. Dolayısıyla yine nesil farkının bize getirdiği bir yükümlülük var orada. Bu gibi hayat krizlerini büyükler yönetir, ele alır, anlamlandırır ve o anlamı çocuğunun yaşına, duygu durumuna ve onun biricikliğine uygun bir şekilde çocuğuna aktarması gerekir. Sonrasında yeni oluşan düzeni de yine çocuğunun biricikliğine uygun bir şekilde sabitlemesi ve o sabiti korumak için çaba harcaması gerekir. Bu saydığımız hayat krizleri yetişkinleri de elbet hırpalıyor ama nesil farkı bize hırpalanırken hırpalamamaya özen gösterme yükümlülüğü getirir. Dolayısıyla bizi hırpalayan hayat krizleri sırasında çocuğumuzun hırpalanmaması için değil, bizim çok hırpalandığımızı deneyimlememesi için yardımcı olmalıyız. Çocukların kendilerinin hırpalanması çocukları çok zorlamaz ancak anne babalarının hırpalandığını, yerle yeksan olduğunu gördüklerinde zorlanırlar asıl. Dolayısıyla hayatta her ne olursa olsun, anne baba onun içinden ruhsal, zihinsel ve fiziksel olarak sağ salim çıkıyorsa; çocuk ne kadar üzülür, ne kadar hırpalanırsa hırpalansın toparlayacaktır. Ama anne baba, herhangi bir nedenden dolayı yerle yeksan olduğunda çocuğa hangi kolluk kuvveti yardımcı oluyorsa olsun çocuğun toparlanması zor olacaktır.
- Bu durumda neye dikkat etmek gerekir?
Ayakta kalan ebeveynin çocuğun düzenini korumak için canhıraş çaba göstermesi gerekir. İkincisi; yerle yeksan olan ebeveynin durumu ile ilgili, çocukla konuşabilecek fırsatlar yaratabilmesi gerekir. Çocuk konuşmamayı tercih edebilir, olsun önemli değil. Nispeten daha sağlam olan ebeveynin, hem kendi hayat arkadaşına destek olurken hem de çocuk için düzeni korumak ve ona söz alanı açma yükümlülüğü vardır. “Annen bu aralar hastalandı, üç oyuncak alalım.” demek çocuğa ruhsal olarak çok daha büyük bir ızdırap verecektir. “Hayatta işler yolunda gitmiyor ki bana beklenmedik düzeyde tolerans göstermeye başladılar, demek ki korkmalıyız.” demenin bir sinyalidir bu. O yüzden temel kural şudur: Nesil farkında büyük olan, hayatta kriz her ne olursa olsun, küçük olanın mümkün mertebe düzenini koruyacak, düzenini esnetmeyecektir.
- Anne baba boşanma sonrasında birbiriyle çelişmeden, tamamen ortak bir tutum geliştirebilir mi?
İnsanlar zaten çok iyi anlaşabilseler ve her konuda ortak fikre sahip olsalar ayrılmazlar. Ayrılmışlar çünkü belli ki bir takım konularda ortaklaşamıyorlar. Fikirler ortak olmayabilir ama asgari müşterekte anlaşıp ortak uygulamalarda bir arada durmaya çalışmak gerekir. Mesela ikimiz de çocuğun sebzeyle beslenmesini önemsemiyor olabiliriz ama ötekinin değerini, fikrini değersizleştirmeyen bir üslup kullanmakla yükümlüyüz. “Fikirlerimiz farklı. Ben annen gibi / baban gibi düşünmüyorum.” derken birbirinin fikrini değersizleştirmeyen üslubu önemli. Öğretmenle de aynı fikirde olmayabilirim ama öğretmenin varlığını ve fikirlerini değersizleştirmemem lazım. Bu durumda çocuk: “Yetişkinler de fikir ayrılıklarına düşüyorlar, hatta uygulamalarda farklılıklar gösteriyorlar ama birbirlerine saygılarını koruyorlar. Dolayısıyla ben de onlardan farklı fikirler alacağım. Farklı deneyimler elde edeceğim ama günün sonunda kendi deneyimimi inşa etmiş olacağım.” diyebilecek. Sadece bunu yaparken ötekilerinkini değersizleştirmemek önemli. Bazen aynı çatı altında yaşandığında bile öteki ebeveynin değersizleştirildiği ya da bir üst kuşağın anne babayı değersizleştirdiği durumlar olabiliyor. Bunların hepsi aslında çocukta tekinsizlik duygusu yaratıyor. Aslında çocuğa istemeden de olsa en güvenebileceği, en yaslanabileceği yere yaslanamayabileceği bilgisini veriyoruz.
- Kardeşler arasında nesil farkını vurgulamak gerekir mi?
Kardeşler arasında nesil farkı olmaz, onlar aynı neslin elemanlarıdır ve bunu vurgulamak gerekir. “Biz anne babayız, siz de kardeşsiniz.” gibi. Ben şahsen abla ve ağabey ifadesini çok kıymetli buluyorum çünkü bu ifadeler kardeşler aradaki ilişkinin bağını tarif eder. Dolayısıyla da çocukların arasındaki koalisyonu mümkün kılar. Nesil farkı, evlatlar arasındaki koalisyonu da görmeyi, tanımayı ve bilmeyi getirir. Sadece anne baba arasındaki koalisyonu değil, kardeşler arasındaki koalisyon da aile içerisindeki nesil farkının da güvenliğini arttıracaktır. Dolayısıyla hem kendinden büyük olana bakmak, gözlemek, onu idealize edebilmek, böylece onu örnek alabilmek anlamında kıymetli, hem de kendinden sonra gelene bakmayı, yardım etmeyi, destek olmayı öğrenmek anlamında çok kıymetli minyatür bir deneyim alanıdır. O yüzden, aralarında bir nesil farkı yok ama bir nesil ortaklığı var ve bu ortaklığı da iyi deneyimlemek anlamında çok kıymetli buluyorum. Şöyle düşünün, evden çıkıp sınıf arkadaşlarıyla birlikte olduğunda orada başka bir kardeşlik bağı gelişir, oradan çıkıp şirkette çalışmaya başladığında, bir ekibin üyesi olduğunda orada da farklı bir kardeşlik bağı gelişir. Dolayısıyla evdeki temel kardeşlik bağı, eşitler arasındaki bağ ve işbirliği hayatın daha sonraki alanlarında başka eşitler arasındaki işbirliğini öğrenmemize fayda sağlar. Kardeşliği çok kıymetli bir hayat deneyimi olarak görüyorum. Bunu da ailelerin çocuklar arasındaki bağın kuvvetine vurgu yaparak tarif etmelerini kıymetli buluyorum gerçekten.
- Nesil farkının hissedilmediği aile yapılarında, ne tür sorunlar yaşanabilmektedir?
Klinikte çok karşılaştığımız güncel bir konu bu. Bundan yüzlerce yıl öncesinden itibaren 6-12 yaş arasında ruhsallığın belli bir dengede olduğu kabul edilir, dolayısıyla kliniklerde bu yaşlar arasında çocuk hastaya çok rastlanmaz denirdi. Fakat şu an, çocukla çalışan ruh sağlığı uzmanları olarak biliyoruz ki maalesef bu yaş çocukları ile çok çalışıyoruz. Bunun temelinde yatan meselenin, aile içerisindeki nesil farkının işletilmemesi olduğunu gözlemliyoruz. Çünkü eğer bir çocuk büyürken, onu bilen, hayatı bilen ve o bilgiyi ona güvenle, sevgiyle aktaran bir ebeveynden mahrumsa o zaman içine doğacağı ve içinde geliştireceği duygu tekinsizlik duygusudur. Tekinsizlik, kaygıdan daha da huzursuz edici bir duygudur çünkü sadece bir endişeniz yoktur. Endişeye dair kime yaslanacağınızı da bilemediğiniz bir hal vardır. Burada maalesef son yıllardaki yayınlar, ailenin demokratik bir aile düzenine dönmesine dair vurgular, biraz kafaları karıştırdı. Demokrasiye bir itirazımız yok elbette, demokrasi güzel bir kavram ama aile içerisinde maalesef eşit değiliz. Şu yüzden değiliz, çocuklarımız bizden daha zeki olabilir ama bizim onlardan çok daha fazla hayat tecrübemiz var. Eğer bu hayat tecrübemizi onlara huzurla, güvenle aktarmaya gönüllü olmazsak, onları da bir birey olarak görürken, bu tecrübeyle onları koruma görevimizi üstlenmez hale gelirsek, tekinsizlik duygusu çocuklarda kol gezer. Bunun sonucunda da iki tür sonuç görüyoruz. Birincisi mükemmel çocuklar oluyorlar. Yaşlarından çok daha olgun görünen, bütün yükümlülüklerini üstlenmiş, bilmeye, öğrenmeye açık, çok meraklı çocuklarla karşılaşıyoruz. Aslında bu, çocukların duyduğu “mükemmel olma mecburiyeti”. Çünkü bu çocuklar, mükemmel olmadıkları durumda yaslanacakları, onların ruhsallığındaki zorluğu taşıyabilecek, güvenli yetişkinler olmadığını düşünüyor. Ancak mükemmel, düzgün, sağlam olurlarsa etraflarındaki yetişkinlerle ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde yürüyeceğini zannediyorlar. Kendilerinin tökezlediği, çok öfkelendiği, çok kızdığı, merakını, öfkesini, heyecanını, duygusunu kontrol edemediği durumda yetişkinin ona nasıl etki edeceğini bilemeyen çocuklar maalesef düzgün, harika çocuklar haline dönüşüyorlar. Bu çocuklar genellikle, hayatlarının bir yerinde olması gereken patlamayı yaşıyorlar. Biz hep şöyle diyoruz; o patlama ne kadar erken olursa bizim için o kadar iyi. Ne kadar geç olursa, maalesef faturası da o kadar ağır oluyor.
İkinci ihtimal de tabii ki tekinsizliğin yarattığı yoğun kaygı nedeniyle çokça karşımıza gelen “dikkatsizlik, aşırı hareketlilik ve sınır zorlama” davranışları. Bunların hepsine toplumda birer etiket yapıştırılıyor. Dikkatte zorluk yaşayan, hareketlerini kontrol etmekte zorlanıp aşırı hareketlilik yaşayan, sınırları çokça zorlayan, otorite ile sıklıkla çatışmaya giren çocuklara baktığımızda aileler tabii ki büyük bir iyi niyet ve hoşgörüyle maalesef nesil farkının getirdiği yükümlülükleri o ya da bu nedenden dolayı üstlenmemiş oluyorlar. Bu da çocukların maalesef en başta sosyal ortamlarda uyum sağlamalarıyla ilgili zorluklar ortaya çıkarıyor ama bundan çok daha önemlisi bu çocuklar, yalnızlaşmış çocuklar oluyorlar. Çok konuşuyorlar, çok hareket ediyorlar ama maalesef çok yalnız çocuklar oluyorlar. Dolayısıyla da günün sonunda daha depresif yapılanmaya doğru giden ama görünüre baktığımızda çok hareketli ve heyecanlıymış gibi bir tabloyla karşılaşıyoruz ve gün geçtikçe de sayıları artıyor maalesef.
- Aileler çocuklarına bazı kuralları, sınırları aktarırken nasıl bir dil kullanabilirler?
Çocukların “Siz niye öyle yapıyorsunuz da ben böyle yapıyorum?” şeklindeki itirazlarında, anne babanın sabırlı olmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sabır, hayatta insanı olgunlaştıran en önemli nitelik. Hiç merak etmesin o kuzucuk, onun da bir gün olacak o istediği her neyse. Makyaj yapmak, geç yatmak, traş olmak, ona da sahip olacak ama biraz sabretmesi gerekiyor. Bunu o ya da bu şekilde çocuklara anlatmak gerek diye düşünüyorum. Anaokulu çağındaki çocuklara basitçe sorulabilir; “Sen kaç yaşındasın?”, “6”, “Ben kaç yaşındayım?”, “30”. “Arada biraz fark var değil mi?”, “Senin adın ne?”, “Tuğçe” , “Benim adım ne?”, “Yelda”. Burada da bir fark var. Dolayısıyla başka şeyler yapıyor olmamız normal. Sen de senin gibi 6 yaşında olanlara bak, onlarla benzer şeyler yapıyor olacaksın. Demek ki 30 yaşına kadar biraz sabretmek gerekiyor. Aslında çok uzun açıklamalar, ikna etme çabaları işin çatışmasını arttırıyor. Net olmak ve biraz somuta yaslanarak konuşmak küçük çocuklarda daha etkili. Biraz daha büyük 10 yaş üstü çocuklarda, yine net olmak ama bunları biraz daha insani niteliklere, olgunlaşma becerilerine yaslandırmak çocuklar için daha sakinleştirici oluyor diye düşünüyorum.
- Çocuklara aileler arası tutum ve kural farklılıklarını nasıl açıklayabiliriz?
Elbette net tutumumuz, başka ailelere göre sarsılmamamız önemli Fakat ısrar uzadıkça “Ne talihsizsin ki sen de bu evin evladı oldun ne yapacaksın işte… Bunun avantajları da var dezavantajları da. Sen bunu avantaj mı sayarsın, dezavantaj mı bilmiyorum ama, bizim ev de anca bunu sunuyor sana, yapacak bir şey yok.” Vb ifadelerle durumu birazcık şakaya vurmak işe yarayabilir. Onun o ızdırabını da çok ciddiye almak, çocuk için üzülmek çocuğa da şu mesajı verir: “Evet ya aslında burada da büyük bir acı var.” Böylesi bir durumda birazcık daha yetişkin gibi durmak, bunu yumuşatabilmek aslında önemli. Bunun için bir tartışmaya, bir ikna çabasına girdikçe inanın çocuklar sizi yener.
- Nesil farkı açısından ele aldığımızda anne ve babanın rolünün, kız ve erkek çocukları üzerindeki etkisi hakkında neler söylemek istersiniz?
Bir çocuk, nesil düzlemi içerisinde kendisini bir yere yerleştirirken; hem annesiyle hem babasıyla özdeşleştiği yerler olması lazım. Bu ne demek? Anneyi de idealize edecek, babayı da… Bu aynı zamanda ne demek? Annemle de babamla da rekabete gireceğim. Her kız çocuğu biraz babasından şefkat, annesinden de sınır görür ama aynı zamanda bunun tersi de olmalı. Sözün bu noktasında biraz kültürümüze gidelim. Analı babalı büyümek dediğimiz bir parça bu aslında. Hem anne babanın idealize edilecek taraflarını almak hem de onlarla rekabet ettiğimizde; benim getirdiğim rekabet karşısında yıkılmadıklarını görmek, onları benim gözümde büyük yapan şey. Hem ideal tarafları var hem de ben onlarla rekabet ettiğimde darmadağın olmuyorlar diyebilmem aslında benim onlara yaslanabilmem, nesil düzleminde benim onları güvenli alan olarak görmem şart. Dolayısıyla cinsiyet için bir fark yok. Her iki cins de her iki cinsiyetten ebeveynle hem idealize edecek hem de çatışacak.
Röportaj:
Funda Akkapulu
Klinik Psikolog
Çapa ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerinde çocuk psikiyatrisi ve yetişkin psikiyatrisi bölümlerinde co-terapist olarak çalışmıştır. 2007 yılında Tavistock bebek gözlemi formasyonunu, 2015 yılında Avrupa Çocuk ve Ergen Psikanalitik Psikoterapi formasyonunu ve 2018’de IPA formasyonlarını tamamlayarak analist olmuştur.2019 yılında IPA’nın da kabulü ile Türkiye’deki çocuk ve ergen analisti ünvanını alan ilk kişidir.
Uzun yıllardır İstanbul’da çeşitli okulların rehberlik, yöneticiler ve eğiticiler kademelerinde süpervizör olarak görev almaktadır. Halen kendi özel pratiğinde aile, çocuk ergen ve yetişkinlerle çalışmaktadır.