Vicdan

Dostluk, güven, saygı, sevgi, merhamet gibi bizi biz yapan değerler vardır hayatta. İnsan olmanın özü olan bu değerler yaşama anlam katar. Peki ya vicdan? Yaşamımız için olmazsa olmazlarımız arasında değil midir? Hele de son zamanlarda gazeteleri okurken ya da televizyon seyrederken “Ne kadar vicdansızlık bu!”, “İnsanlarda hiç vicdan kalmamış!” düşünceleri geçerken içimizden… İçimizde barındırdığımız ya da farkına varmasak da düşündüğümüz ve önemini bir o kadar sıklıkla ifade ettiğimiz vicdan nedir? Nasıl oluşur? Doğuştan herkes iyi midir? İçimizde bir iyilik hali var da çevre ve yaşadıklarımız mı bu iyiliği yok etmektedir?

Vicdan kavramı, tarih boyunca çeşitli düşünürlerce farklı tanımlanmış, İlkçağda “uyarıcı ses”, Ortaçağda her birimizin içinde bulunan “Tanrı’nın sesi”, Aydınlanma Çağı sonrasında ise “İnsana özgü ussal bir yeti ya da ahlâk duyusu” olarak karşımıza çıkmıştır. Günümüzde ise vicdan “Kişiyi kendi davranışlarıyla ilgili olarak bir yargıda bulunmaya yönelten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerinde dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan, kişiye doğruyu ve iyiyi yapma yükümünü de yükleyen içsel bir güç.” olarak tanımlanmaktadır. Kişinin en temelde iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı ayırt edebildiği güç olarak tanımlanan vicdan, günümüzde İnsan Hakları Bildirgesinin ilk maddesinde de “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.” maddesiyle toplumsallaşmamızın iki unsurundan biri olarak ele alınmıştır.

Vicdanın Oluşumu

Diyelim ki bir saatliğine görünmez oldunuz. Yolda yürüyorsunuz ve bir kişinin parasını düşürdüğünü ama bunu fark etmediğini gördünüz. Sizi de kimse görmediği için eğilip parayı yerden aldınız ve yolunuza devam ettiniz. Şimdi birçok kişi “Olur mu? Asla yapmam. Görünmesem de başkasının malına izinsiz dokunmam.” diyecektir. O zaman toplumsallaşma ile birlikte dıştan gelen baskı ve eleştirilme korkusu söz konusu değilken bile sizi durduran şey nedir? Çevrenizde birçok kişi bu şekilde düşünürken ve davranırken neden bazı kişilerin yaptıkları olumsuz davranışlardan sonra bile vicdanları sızlamaz?

Bazı kaynaklar vicdanın doğduğumuz andan itibaren var olduğunu ve kendiliğinden geliştiğini, bazı kaynaklar ise çevrenin etkisi ile öğrenildiğini belirtmektedir. Kişinin vicdanı, anne ve babasıyla olan erken dönem ilişkisi ile şekillenmeye başlarken, ilerleyen yaşlarda yerleşerek devam etmekte ve çevrenin etkisi ile de daha da işlenmiş hale gelmektedir.

Her bebek doğduğu andan itibaren değişik yaşam deneyimlerini bir araya getirerek var olmaya ve anneden ayrı bir birey olmaya çalışır. Bu tek başına varoluş, bebeğin ilk korku ve kaygılarını da beraberinde getirir; çünkü bilmediği bu dünya onun için birçok tehlikeyle doludur. İşte bu evrede anne, bebeğinin korkularını ortadan kaldıran, koruyucu bir rol üstlenerek aslında bebeğe dünyanın onun sandığı kadar korkulacak bir yer olmadığını öğreten, bebeğin doğduğu andan itibaren var olan yıkıcı içgüdülerini dönüştürebilen kişidir. Emzirme döneminde, anne bebeğini emzirirken bebek memeyi ısırır. Ardından bebek başka zamanlarda da annenin saçını çeker, ağzıyla onun yüzünü dişlemeye çalışır. İşte böyle zamanlarda anne kızmak yerine çok sakin bir şekilde “Canım yandı, ama merak etme bana zarar vermedin.” mesajı ile bebeğin kendisine verdiği tepkiyi bir sevgi gösterisi olarak kabul eder ve sakinlikle karşılarsa, bebek de anlar ki anneye zarar vermek o kadar da kolay değildir. Bilir ki annenin canı çok yansa da korkulacak ve endişelenecek bir şey yok. Annem beni her şeye rağmen seviyor ve öfkem onu yok etmiyor. Annenin bu sevgi dolu güvenli yaklaşımı, tutarlı tavrı ve karşılıksız kabulü çocuğun kendi yıkıcılığını kabulünü, duygularının sorumluluğunu almasını sağlar. Böylece bebek bu uyarılma anlarında hissettiği tüm kötülüğü ve yıkıcılığı daha gelişmiş bir sorumluluk duygusuyla kabul eder. Ayrıca deneyimleri yoluyla gerçek sevgi içgüdülerinin ortaya çıktığı anlarda da annenin orada olacağını bilir. Böylece kendini iyi hissettiren ve kötü hissettiren şeyler üzerinde biraz da olsa denetim geliştirebilir. Zaman içinde bebek, verdiği tepkileri annenin onararak aldığını ve yapılandırarak kendine geri verdiğini gördükçe kendi yapabildiklerine karşı hissettiği kaygıya tahammül edebilecek duruma gelir. Bu kaygıya tahammül edebilme becerisi işte suçluluk duygusunun oluşumudur ve suçluluk duygusu ise vicdanın temelidir. Kısacası güvenilir çevresel koşullarda yaşayan bir bebekte, güvenin oluşmasıyla beraber suçluluk duygusunun da geliştiği görülür. Ancak anne bebek arasında bu güvenli bağ kurulmadığında, anne ruhsal olarak bebeği ile birlikte hareket edemediğinde, bebeğin suçluluk hissetme kapasitesinin de yeterince gelişmediği görülür.

Vicdanın Gelişimi

Vicdanın gelişiminde önemli bir aşama da 3-4 yaşlarıdır. Çocuk bu dönemde cinsel kimliğini anlamlandırmaya başlar. Erkek çocuk annenin göğüsleri olduğunu, babada olmadığını; babanın penisinin olduğunu, annede olmadığını fark eder. Fark eder ki erkek çocuk tıpkı baba, kız çocuk tıpkı anne gibidir. Düşünür ki her erkeğin bir kadını, her kadının bir erkeği vardır. Bu nedenle kendisinin de bir eşi olmalıdır. Bu da en yakınındaki kişi olan annedir.

Babayı gerçek olarak yok edemeyeceğine göre onu yenmenin yolu onun gibi olmaktan geçer. Babayı düşünsel olarak öldürmek isteyen çocuk, babanın bunu fark edeceğini ya da düşüncelerini okuyacağını zannederek babanın sevgisini de kaybetme tehlikesi içinde olduğunu düşünür. Hayatının başlangıcında korunmaya muhtaç ve çaresiz olduğundan da babanın sevgisini kaybetmek istemez. Sevgiyi kaybetmek demek çeşitli tehlikelerden korunmanın da ortadan kalkması demektir. Her şey bir yana, bu güçlü kişinin üstünlüğünü cezalandırma biçiminde gösterip göstermeyeceğini de bilmemektedir. Çocuk bu dönem içerisinde düşündükleri ile düşündüklerini yapmasının farkını daha kavrayamadığından cezadan kaçmak için babayla özdeşim kurar ve bu özdeşim yoluyla babanın vicdan anlayışını özümseyerek içe alır. İşte vicdanın gelişiminin temelleri bu sevgiyi kaybetme ve ceza alma korkusundan yapılan özdeşimlerle gerçekleşir. Çocukta babayı taklit ederek içselleştirilen vicdan anlayışı, zamanla babanın olmadığı zamanlarda da kendini göstererek ergenlik sürecine kadar gelişmeye devam eder. Erkek çocuk için geçerli olan tüm bu süreçler kız çocuk için anneyle yaşanır. Ancak kız çocuklarının işi daha zordur; çünkü ilk aşkı ve özdeşim kurduğu kişi aynı kişilerdir.

Ergenliğe kadar yerleşen ve gelişim göstererek içselleştirilen vicdan ne olur da bazı ergenlerde bir dönüşüm yaşar? Ergenlik dönemi değişimin ve dönüşümün olduğu yıllardır. Bir başkaldırı dönemidir. Ergen artık hem fiziksel hem de ruhsal olarak bir değişim aşamasındadır. Çocuklukta anne ve babasından içselleştirerek öğrendiği değerleri yok sayıyormuş gibi bir tutum içindedir. Anne babayı, değer sistemlerini ve vicdan anlayışlarını değersizleştirmek, etkisizleştirmek ve uzaklaştırmak kendi olmanın ilk koşulu gibi görünür. Aileden uzaklaşan ergen ev dışında aradığı mutluluğu bu sefer arkadaşlarında, idealize ettiği kişilerde bulmaya çalışır. Bu ebeveynlerinin yerine geçen arkadaşların, öğretmenlerin, ideal model olarak seçilen ünlülerin vicdan anlayışının etkisinde de kalmak demektir. Artık ergen arkadaşları ve idealize ettiği kişilerle özdeşim kurarak onların davranışları, düşünceleri ve vicdan anlayışı ile hareket etmeye başlar. Ancak ergenin her zaman düşünceleriyle davranışları paralel gitmeyebilir. O’nun söylemleri ve davranışları ne kadar sizi korkutursa korkutsun, sizin geçmişte kurduğunuz ilişkilerinizin, öğretilerinizin izleri mutlaka var olacaktır. Geçmişte kurduğunuz güven ilişkisine inanarak ona güvenmeye devam etmeli ve vermiş olduğunuz vicdan anlayışının gücüne inanmalısınız.

Toplumsallaşma ve Vicdan İlişkisi

Her sabah kalktığım zaman kendi kendime şöyle söz veririm:

Dünya üzerinde vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım.

– Mahatma Gandhi

İnsan, diğer canlılar gibi “Hayatta kal.” emri ile dünyaya gelmiştir. Bu doğrultuda en temel ihtiyaçları olan yemek, su ve korunma için güvenli barınaklar aramış, zamanla bu basit arayış içinden karmaşık şehirler, mimarisiyle göz kamaştıran evler, alışveriş merkezleri, teknolojik aletler ve bunlardan çok daha fazlasıyla birlikte kendini bulmuştur. Uygarlık geliştikçe, insanlar bireysel yaşamdan grup yaşamına geçtikçe daha huzurlu, güvenilir ve mutlu bir yaşam alanı yaratmak amacıyla yasalar ve kurallar da koymuşlardır. Uygarlık yaşam ve saldırganlık gibi daha yıkıcı yönlerimizi ortaya çıkaran ölüm içgüdümüzün olumsuz eğilimlerini bastırarak toplumsal eğilimlere dönüştürme gücüne de sahip olmuştur. Aslında uygarlık içgüdüsel olandan vazgeçişle kazanılmış ve karşılık olarak her yeni gelenden de aynı vazgeçişi beklemiştir.

Freud (2014) “Uygarlığın Hoşnutsuzluğu” kitabında şöyle der; “Birey öncelikle toplumda kabul görmeyen, bir başka deyişle toplumun sevgisini kaybetmesine neden olan bir isteğe ya da dürtüye kendini kaptırması sonucunda sınırı aşar. Eğer bu istek ve dürtü toplumda fazla bir muhalefetle karşılaşmayacaksa birey üzüntü duymakla yetinecektir. Ancak, muhalefetin derecesi yükseliyorsa, yaptıklarından ya da hissettiklerinden dolayı pişmanlık duymaya başlayacaktır;… Bir sonraki aşamadaysa vicdan azabı duyarak acı çekecek ya da etrafındakilere acı çektirecektir.”

1994 yılında Sudan’da Birleşmiş Milletler kampına sürünerek ulaşmaya çalışan aç bir çocuk ve onun arkasında bekleyen Akbaba… Belki bize toplum ve vicdan ilişkisini bir parça açıklayabilir. Güney Afrikalı bir fotografçı olan Kevin Carter tarafından çekilen fotoğraf, O’na 1994 yılında Pulitzer ödülü kazandırmıştır. O dönem gazeteciler ve fotografçılar, bulaşıcı hastalıklar sebebi ile hastalara dokunmamaları konusunda sıkı sıkı uyarı aldıklarından Kevin Carter bu anı fotoğrafladıktan sonra akbaba kaçmasına rağmen küçük kıza kampa ulaşması için yardım etmeyerek oradan uzaklaşmıştır. Fotoğraf ödül aldıktan sonra bu davranışı sert eleştirilere maruz kalmış, bu eleştirilerin dozu artınca Carter kendini savunmak için profesyonel fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi olmadığını söylemiştir. Kevin Carter ödülü aldıktan 3 ay sonra intihar ederek çevresine birçok mektup bırakmış, bunlardan birinde “Çocuğu kurtarabilirdim. Makinamı bırakıp onu kucağıma alıp yardım çadırına götürebilirdim. O an sadece gazeteci olduğumu düşünüyordum. Şimdiyse önce insan olduğumu.” demiştir.

Ünlü fotoğrafçı Kevin Carter toplum onun üzerine bu kadar gelmese ya da sadece aldığı ödül takdir edilip “Evet haklısın, sen de hastalanabilirdin ve doğru şeyi yaptın.” mesajı alsa vicdanı sızlayıp aynı sonu yaşar mıydı bilinmez ama toplumun vicdanın oluşumunda etkisi her zaman var olmuş ve var olacaktır.

Vicdan Ağırlaştığında…

Bazı insanlar vardır, her davranışlarında, yaşanan her olumsuz olayda vicdani rahatsızlıkları o kadar ağır basar ki, siz ne derseniz deyin kendini suçlamaktan asla vazgeçmezler. Örneğin, kimseye öfkelenmemesi, kimseyi kırmaması gerektiğini düşünen, karşısındakinin kırıldığını düşündükleri anda veya en ufak öfke hissettiklerinde suçluluk hissetmeye başlayan, hatta bu nedenle kendi istek ve düşüncelerini söylemekten korkan kişiler… Ne oluyor da bu kişiler kendilerini bu kadar suçlar, vicdanları ağırlaşarak kendilerini affedemez noktaya gelir ve hareket etmekten korkarlar?

Her anne baba çocuklarının sevgi dolu, yardımsever, merhametli ve vicdanlı olmasını ister. Ama hepimizin hataları, zaafları, bazen de baş etmekte zorlandığı içgüdüleri vardır. Ancak bazen anne babalar için kendi hatalarının olması asla olamayacak bir şeydir ve bu nedenle kendilerine karşı bir hoşgörüsüzlük içinde olurlar ya da bu hatalarının görülmemesi adına ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Hatta bu zaman zaman anne babaların iyiyi ve kötüyü öğretmek adına kendilerinin de gerçekte uygulamakta zorlandıkları davranışları olmazsa olmazlar arasına koyarak çocuklarına karşı hoşgörüsüz bir tutum sergilemelerine de neden olabilir. Bu hoşgörüsüzlükle anne ve babaların çocukların yaptıkları hatalara karşı bazı ağır yaptırımlar uygulaması, çocukta benliğin hemen hemen bütün istek, arzu ve ihtiyaçlarını karşılayamamasına, suçluluk duygusunun ağırlaşmasına, içe yönelmeye ve sonrasında da daha katı bir vicdan anlayışının ortaya çıkmasına neden olur.

Anne Baba Olarak…

“Yalnızca ve yalnızca çocuk kendi başına suçluluk duygusu hissedebildiğinde iyi ve kötü hakkındaki düşüncelerinizi öğretmenizin bir anlamı vardır.”

– D. Winnicott

Çocuğun olumsuz her davranışının gelişimsel çizgisi olup olmadığını anlamadan kişiliğin sanki hiç değişmeyecek bir parçası olduğunu zannederek ağır ceza ve yaptırımlarla söndürmeye çalışılmamalıdır; çünkü bu sadece siz onun yanında olduğunuz sürece işe yarar. Unutulmamalıdır ki sizin hâkimiyetinizin olmadığı yerlerde içselleştirilmemiş davranışlar yeniden tekrarlar ya da şekil değiştirerek devam eder.

Çocuklar için en önemli korkulardan biri anne babanın sevgisini kaybetmektir. Bu nedenle yapılan hatalar karşısında çok üzüldüm, beni çok üzdün gibi ifadeler çocuğun olumsuz davranışını yok etmek yerine sadece suçluluk duygusu hissetmesine neden olacaktır. Bu nedenle bu söylemlerden kaçınmak gerekir.

Sokakta yürürken yaralı bir hayvan görüp “Aman boş ver, başkası bakar.” dediğinizde bundan sonra çocuğunuza hayvanları sevmesini ve onlara iyi davranmasını anlatarak öğretmek için çok daha fazla konuşmanız ve çaba sarf etmeniz gerekmektedir. Bu nedenle model olduğunuzu unutmadan hareket etmek gerekir.

Çocukların öfke gibi yıkıcı dürtülerinin ifade edilmesine izin verilmelidir. Örneğin; bazen çocukların oyunlarında legoları silah, ok gibi aletlere dönüştürdüğü görülür. Çocuklar, bu tarz oyunlar oynadıklarında eyvah çocuğum yanlış yapıyor düşüncesi ile oyunlarını kısıtlamak yerine onun bu oyunlarını anlamlandırmaya çalışmak gerekir.

Çocuklar sporla ve sanatsal etkinliklerle içlerindeki tüm dürtüleri boşaltarak olumlu bir yöne kanalize de ederler. Bu nedenle çocukların kendilerini ifade edebileceği bu tarz etkinlikler içerisinde olması için yönlendirilmesi yararlı olacaktır.

Son Söz…

Vicdan… Bazen bizi durduran, bazen bizi harekete geçiren… Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İrlandalı şair Seamus Heaney, “Vicdan Cumhuriyeti” başlıklı şiirinden söz ederken, şöyle diyor; “Vicdanı bir ülke olarak tahayyül ettim, sessiz, ıssız bir yer. İnsanın öz bilinci ile baş başa kalacağı, kendisiyle yüzleşmekten kaçamayacağı bir yer.” (Heaney’den aktaran Güzeldere,2013 ) Dünya hiçbir zaman tamamen iyiliklerle dolu bir yer olmasa da savaşlar, ölümler ve yıkımlara rağmen daha iyi bir yer olmasına dair umutlarımız hep var olacaktır; çünkü vicdan öyle bir iç sestir ki ne kadar yok sayarsak sayalım bir şekilde bize kendini duyuracaktır.

Yazan:
Hülya Seferoğlu
Psikolojik Danışman