Beden Algısı ve Yemek İlişkisi

Yrd. Doç. Dr. Bengi Düşgör ile, “yeme” eyleminin ruhsallığımızdaki yansımalarına dair keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. “Beden Algısı ve Yemek İlişkisi” başlıklı sohbetimizde, ilk beslenme deneyimlerimizin yaşamımıza etkisinden yeme bozukluklarına, yemek seçme ile yeme bozukluğu arasındaki farktan sosyal medyanın beden algısına etkisi gibi pek çok farklı başlığı ele aldık. Keyifle okumanız dileğiyle…

  • Yemek yeme her ne kadar fizyolojik bir ihtiyaç gibi görülse de yeme eylemini psikolojik açıdan tanımlar mısınız? 

Yemek yeme sadece fizyolojik bir ihtiyaç değildir. Farklı psikolojik kuramlar çerçevesinden baktığımızda şunu görüyoruz: Aslında yemek yemenin beslenme kadar anne ile temasla, duygusal bir alışverişle, anneden ya da ötekinden geleni içe alabilmeyle de ilgisi var. Hani bebeklik döneminde bazen anneler diyor ya “Emmiyor, memeyi almıyor, sütü beğenmedi, beni istemiyor.” Aslında orada anneden bebeğe, bebekten de anneye temasla, bakışla, etkileşimle geçen duygusal bir deneyimden bahsediyoruz. Dolayısıyla yemek yemenin hem fizyolojik hem duygusal hem de zihinsel birçok işlevi var. Bu içe alma deneyimini aslında sonraki diğer bütün içe almaların da bir prototipi gibi düşünebilirsiniz. Yani biz bebeklik döneminde yemekle olan ilişkimizi, sonrasında öğrenme ile olan ilişkimize de taşıyoruz aslında. Dolayısıyla yemek yeme eylemine daha genel bir yerden bakmamız gerekiyor.

  • Bebeklik döneminde annenin sütünün yetip yetmediğine dair kaygıları ile bebeğin ilk beslenme deneyimleri yeme davranışını etkiler mi? 

Yemek yeme aynı zamanda bir haz deneyimi. Bebeğin anne ya da bakım veren ile yaşadığı sıcaklık. Burada bakım verenden kastımız, bu süreci anne yerine geçen kimle deneyimliyorsa, meme de olabilir, biberon da. Biz meme verme dediğimiz zaman aslında çoğu zaman erken dönem deneyimini içeren yaşantıların toplamından söz etmiş oluyoruz. Bunun içinde meme emme de var, bebeğin altının temizlenmesi de, uyutulması da. Ama tabii ki yemek yeme bunun içinde en temel ve hayati olanlardan biri çünkü yemeyen bebek hayatta kalamıyor. Yemek ötekinden ilk aldığımız şey aslında. İletişimin de ilk biçimlerinden biri. Dolayısıyla annenin sütünün yetip yetmediğine dair kaygıları, bu ilk beslenme deneyimleri, sadece sütüm yetiyor mu da değil “Ben bu bebeğe bakabiliyor muyum? Bakabilecek miyim? Karnı doyuyor mu?” gibi kaygılar o temasla birlikte bebeğe geçiyor. Bebeğin de kaygıları ve duyumları anneye geçiyor. Oradaki o deneyim çok bütüncül ve sonraki yeme davranışlarımızın da kökeni tabii. Yemek yemenin ruhsallıkta böyle bir yeri var.

  • Yeme bozukluğu deyince hangi tür zorluklardan bahsedilebilir?

Burada şöyle bir ayrım var aslında; anoreksiya nervoza, bulimia nervoza, tıkınırcasına yeme bozukluğu ya da pika daha çok patolojik düzeyde yeme bozuklukları. Bir de tanımlanamayan yeme bozuklukları adı altında bunların karma tipleriyle karşılaşıyoruz. Obezite mesela psikiyatrik anlamda bir yeme bozukluğu değil, onun başka kökenleri var.

Bugün adı yeme bozukluğu olmasa da birçok farklı türde beslenme davranışıyla karşılaşıyoruz. Aşırı dengeli ve düzenli yeme uğraşı da bunlardan biri. Kişinin anoreksiya tanısını alması için illa çok zayıf olması gerekmiyor. Kendi bedeninden hoşnut değilse, çok sık tartılıyorsa, kilosuyla, görünüşüyle ilgili takıntılı bir uğraş içindeyse, kilosu normal sınırlarda olsa bile kişi anoreksiya tanısı alabilir. Çünkü aslında önemli olan kişinin zihinsel olarak ne kadar vaktini yeme fikriyle geçirdiğidir. Ne yiyeceğim, ne yemeyeceğim hesabını çok fazla yapıyor olmasıdır. Bugün ortoreksiya nevroza denilen, “Fit olacağım, fit kalacağım” kaygıları ile aşırı sağlıklı beslenme de aslında bir yeme bozukluğu sinyali bir yandan. Psikiyatrik düzeyde tanı almıyor belki ama aslında kişi yemekle ve bedeniyle ne kadar uğraş içindeyse o kadar yeme bozukluğu geliştirmeye yatkın diye düşünüyoruz. Tek tip beslenme zaten sağlıksız bir şey, tabii şuna da bakmak lazım: Yaşamın ne kadar zamanını kaplıyor? Ne kadar süre devam ediyor? Çünkü herkesin yaşamında ara ara böyle dönemler olur ve bir şekilde geçer ama bunlar kalıcı hale geliyorsa, o zaman bir problem olduğunu düşünmemiz lazım. Aynı şekilde “binge eating” yani sadece abur cubur ile beslenme de tabii ki yeme bozukluğu tanısı alıyor.

  • Yemek seçme ile yeme bozukluğu arasındaki fark nedir? 

Yemek seçmeyi biz yeme bozukluğu diye tarif etmiyoruz aslında. Yemek seçmenin hangi dinamiğe dayandığı önemli. Evde yemekle her kim ilgileniyorsa ona yönelik bir tepki mi bu, yoksa bir inatlaşma mı?

Yemek seçimi küçük çocuklarda daha sık görülüyor belki ama ergenlerde zaten şansımız yok. Ergen ne istiyorsa onu yiyor, çok fazla müdahale alanımız yok. Küçükken müdahale etmek mümkün, ancak bunun da yanlış olduğunu düşünüyoruz. Anne babalar için zor olabilir ancak yemeyen çocuğu bırakmalılar. Acıkan çocuk yiyecektir zaten ama bu durum anneyle babayla pazarlık meselesine döndüğü andan itibaren artık anne babanın pek şansı kalmıyor. Çocuk her şekilde o inatlaşmadan galip çıkıyor. Dolayısıyla yemek seçme neye dayalı önce onu anlamak gerekiyor. “Aman boğulur, yutamaz, yiyemez” diyip yiyebileceği halde ileri bir yaşa kadar çocuğuna sürekli yumuşak gıda yedirmeye çalışan anneler var mesela. Çocuğa hiç çeşitlendirme yapılmamış da olabilir. Onu yemiyor, bunu yemiyor ama neleri yiyebileceği söylendi mi çocuğa? O alternatifler ona ne şekilde sunuldu? Özetle, yemek seçmeyi psikiyatrik anlamda bir yeme bozukluğu olarak kabul etmiyoruz. Yemek seçme kimin kaygısından hareketle ortaya çıkıyor, kime yönelik bir tepki ya da hangi önceden edinilmiş alışkanlıkların bir sonucu, bunlara bakmalıyız.

  • Ebeveynler çocuklarındaki yeme alışkanlıklarındaki zorlukların yeme bozukluğu mu yoksa dönemsel bir tutum mu olduğunu nasıl ayırt edebilirler?

Yeme bozukluğu dönemsel bir şey midir? Dediğim gibi küçük çocuklarda olabilir böyle dönemler, geçecektir. Anne babaların geçmesini beklemesi lazım. Tabii ki hayati fonksiyonları etkileyecek düzeyden bahsetmiyorum ama inatlaşmamakta fayda var. “Onu yemiyorsan belki bunu yemek isteyebilirsin.” diyebilmek, yaşı kaç olursa olsun mümkün olduğunca serbest bırakarak, yiyecek alternatifleri sunmak ama zorlamamak önemli. Pek çok anoreksiya ya da bulimia hastaların anılarını dinlediğimizde yemeğin nasıl da agresif bir hal aldığını duyuyoruz. Hasta, “Ben kusardım, annem sonra onu yedirirdi.” diyebiliyor. Yemek böylesi şiddet içeren bir deneyime dönüşmüşken ileride kişinin yemekle nasıl bir ilişki kurmasını bekleyebiliriz? O yüzden yemek bir inatlaşma meselesine döndüğünde birtakım patolojik temeller de atılmaya başlayabiliyor.

  • Yeme bozukluğunun belli bir başlama yaşı var mıdır? 

Aslında her yaşta ortaya çıkıyor ama tipik yeme bozukluğu dediğimiz zaman aklımıza ergenlik dönemi geliyor. Yeme bozukluğuna ağırlıklı olarak kızlarda, nadiren de erkeklerde rastlanıyor. Bebeklik anoreksisi; çok erken dönemde memeyi, sütü reddetme şeklinde olduğu gibi ölümle sonuçlanabilecek kadar ağır tablolar şeklinde de olabiliyor. Burada anne bebek ilişkisindeki dinamiklerle ilgili ne olup bitiyor onu anlamak gerekiyor.

Yeme bozukluklarının ağırlıklı olarak ergenlik değişimlerinin görüldüğü, büyümenin hızlandığı, 13-14 yaş civarı başladığını görüyoruz. Bulimia daha geç, anoreksiya daha erken ortaya çıkabiliyor.

Niye kızlarda daha sık görülüyor? Kadınlık hormonuyla birlikte vücutta yağlanma başlıyor. Değişimlerin çok hızlı olduğu bu dönemde bunu tolere etmekle ilgili bir güçlükten kaynaklanıyor. Dolayısıyla yeme bozukluğu ama aslında bir beden tasarımlama problemi. Bir taraftan da o eski çocuksu güzel bedenin kaybıyla da ilgili. Birçok anoreksiya hastası memelerini bağlıyor, gözükmesin diye yapıştırıyor. Karnını içine çekiyor, sırtını kamburlaştırıyor. Aslında kadınsı kısımları taşıyamamak, bunlara sahip çıkamamakla ilgili bir durum yaşanıyor. Bunların getirdiği bir zorluk da adet görme. Tabii ki ağır bir anoreksiya tablosunda bunların hepsi kayboluyor; meme de kalmıyor, kalça da…

20’li yaşlarda daha çok bulimia ortaya çıkmaya başlıyor. Birçok anoreksiya hastası iyileşiyormuş gibi görünüp tablosu bazen bulimia nevrozaya dönebiliyor. Hem kusmanın hem de diyetin olduğu karışık tablolar da görülebiliyor. Bir yatkınlık varsa, ergenlikte beden algısıyla ilgili bir problem yaşandıysa bir travmayla yetişkinlikte birdenbire ortaya çıkabiliyor. Yetişkinlikte çok ölümcül kilolara inmek zorlaşıyor tabii. Ergenlikte daha riskli, aile farkına varmadan bir anda çok ölümcül kilolara inme ihtimali olabiliyor. O yüzden daha dikkatli olmak gerekiyor. Ama her şekilde eğer müdahale edilmezse yeme bozuklukları psikiyatrik hastalıklar içinde en sık ikinci ölüm nedeni! Birincisi zaten intihar.

  • Kendi başına yeme alışkanlığını zamanında kazandıramamanın ruhsallıktaki yansımalarından bahseder misiniz?

Konuya çok bireysel bir yerden bakmak durumundayız. Bir defa anne, baba, bakım veren, yemekle uğraşan her kimse niye bu kadar uğraşıyor? Nedir buradaki mesele, onu bir anlamamız gerekiyor. Toplumsal olarak sevgi dili midir bu? Kişi çocuğuna ancak onu besleyerek, yedirerek mi sevgisini gösterebiliyor? “Allah aşkına ye.” demek kültürel bir şey de çağrıştırıyor. Kişi, yaptığı yemekten ikram ederek, kendinden bir şeyi veriyor. Aslında çok naif bir tarafı da var. Ama bir yandan da çok ısrarcı davranıldığında karşı tarafı çok öfkelendiren bir şey. Israrcı tutumun karşıdakinin inisiyatifini yok sayan bir tarafı var. Dolayısıyla bebek de olsa, çocuk da, ergen de karşı tepkiyle bir reaksiyon verebiliyor. O yüzden inatlaşmanın her türünden kaçınmamız gerekiyor. “Beslemezsem aç kalır.” diye bir şey yok, beslenir.

İnisiyatif vermek, özerklik tanımak, kontrolü çocuğa devretmek gibi alanlarda zorlanan ebeveynler bu inatlaşma konusunu çok fazla gündemde tutuyor. Çocuk ya da ergen bir beslenme problemi söz konusuysa mutlaka aileyle de çalışmak zorundayız. Kim bunu bu kadar mesele haline getiriyor ailede? Çocuk kimle daha çok mücadeleye girişiyor? Niye böyle bir kaygı var? Başka hiçbir şey vermeyip sadece yemek mi verilmeye çalışılıyor? Tek iletişim kurma yolu bu mu? Onun dışında bir bağ kurulamıyor mu çocukla?

Bir yandan da ağzına bir şeyler tıkıştırmak, son derece öfkeli bir davranış aslında. Bu öyle göründüğü gibi “besleme” olayı değil, belki de o kişi için daha sadistçe bir anlam taşıyor. Bunları bizim anlamamız, çalışmamız gerekiyor. O yüzden neyi içine alacağı ve ne kadar alacağıyla ilgili çocuğu biraz serbest bırakmak gerekiyor. İnisiyatif çocuğa bırakılmalı ki, açlığını hissetsin, doyduğunu anlasın. Anne babalar bazen çocuğun açlık hissetmesine izin vermiyor. Yeme bozukluğu olan birçok genç hastada bunun eksikliğini görüyoruz; aç mı, değil mi bilmiyor. Kendiliğinden olması gereken bir şey bozulmuş oluyor aslında. O yüzden her türlü zorlamadan, kontrolden uzak durmamız gerekiyor.

  • Ekran karşısında yemek yemek çocukluk döneminde endişe edilmesi gereken bir şey midir?

Ekran karşısında yemek yerken zaten ne kadar yediğini anlamama, ne yediğinin farkına varamama, tıkınma söz konusu. Çocukları çok küçük yaşlarda, bir şey izleterek mama yedirmeye alıştırdığımızda, bunu daha sonra nasıl aşacağız? Çocuk belli bir yaşa geldiğinde aynı şeyi bu sefer kendi yapmaya başlıyor. Ekranla yemek yediğinde iki tane bağımlılık nesnesi birbirine karışmaya başlıyor. Çocuk sürekli bunu yapıyorsa, başka türlü yemek yemiyorsa ya da ekranda geçirdiği süre çok fazlaysa, evet endişe edilmeli. Bu ekran bilgisayar, televizyon ya da telefon olabilir. Bu durum uzun vadede obeziteye yol açabilir. Kişi aç mı, tok mu, doydu mu, doymadı mı, fark edemez. Bir patoloji olarak tanımlanmasa da kötü bir alışkanlık aslında. Tek başına haz duyabileceği bir şeye başka bir şey eklemiş oluyor. Ne yediğini anlamıyor. Ders çalışırken yemek yemek de aynı şey. O yüzden mümkünse bunu en baştan yapmamalı. Çocuk 7-8 yaşına gelmiş, o yaşa kadar siz onu ekranla oyalayıp yemek yedirmişsiniz. Şimdi hadi bakalım televizyona bakarak ya da bilgisayara bakarak yemeyeceksin diyorsunuz. Bu çok mümkün değil artık.

  • Sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırılmasında önemli olan etkenler nelerdir? 

Sağlıklı beslenmeden neyi anladığımıza göre değişiyor tabii. Kendi kendimize ya da başkası için de çok fazla sağlıklı beslenme takıntısı oluşturmak, bir miktar sıkıntılı. Bunu öğretmek ve bırakmak gerek. Bazen şunu görüyoruz, anne babalar sağlıklı beslenme derdinde ama aslında kendi bedenleriyle ilgili sıkıntıları var. Bunu da çocuğa geçiriyorlar. Oradaki mesele sağlıklı beslenmeden değil. Eve hiç cips sokmayan aileler var. Kötü bir şey zaten sokulmasın, yenmese daha iyi ama şu yaşa kadar eve hiç abur cubur sokulmamış, izin verilmemiş ama çocuk okula gidiyor, okulda alıyor. Gizli gizli yediği için çok fazla yemeye başlıyor. Bunun kötü bir şey olduğunu bilip suçlu hissetmesiyle birlikte bu sefer kendini kusturmalar başlıyor ya da o çöplerin gizlendiğini biliyoruz. Çünkü çocuk gizlemek zorunda hissediyor. Dolayısıyla sağlıklı beslenme alışkanlığını da abartmamak ve çocuğa da bu kaygıyı vermemek lazım. “Sağlıklı beslenmezsen hasta olursun. Hormonlu beslenirsen obez olursun.” vb cümlelerle bedene çok odaklandığımız zaman doğal akışı bozuyoruz. Sağlıklı gıdalar bulundurup bunları vermek önemli ama şunu da bilmemiz gerekiyor; çocuğu sürekli kontrol altında tutamayız. Bir noktadan sonra arkadaşlarıyla etkileşim halinde olup bir şeyler yiyecek. Bunlar yasak olduğunda, çok arzu duyulan şeyler olacak. Bir süre sonra tam tersi bir noktaya gelecek. Bu da yine anne baba ile inatlaşma alanına dönüşebilir. Bu gerilimin sonucunda bir yeme bozukluğu da ortaya çıkabilir ya da başka farklı patolojilere yol açabilir. Sürekli sağlıklı beslenmeye çalışmak da sürdürülebilir bir şey değil. Bunu sürdürmeye çalışmak da başlı başına patolojik ve yorucu zaten. Çocuklar anne babanın sevgisini kaybetmemek için ergenliğe kadar anne babayı idare ediyorlar. Sonra ergenlikle birlikte arkadaşlar ön plana geçiyor. Anne babanın söyledikleri değersizleştiriliyor, çünkü başka türlü anne babadan uzaklaşamaz. Bu sefer anne baba değersizleştirildikçe, öbür uca kayma, savrulma ihtimali var. Aileler böyle riskler de almış oluyor.

  • Beden algısı ve yeme ilişkisi çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik döneminde kendisini nasıl gösterir?

Kişinin beden algısı, bedenin ne şekilde görüldüğü, beğenilip beğenilmediği, bedenle ilgili olumlu ya da olumsuz özelliklerin yüklenip yüklenmediği çocukluk döneminden itibaren şekillenmeye başlar. Tabii çocukluktaki beden, henüz cinsel özellikler kazanmamış, daha sevimli ve güzel bulunan bir bedendir. Çocukluktaki beden herkes için daha az tehlikeli, cinsel dürtünün, agresif dürtünün kabul edilebilir olduğu bir bedendir. Çocukluk bedeni bir yandan da güçsüz bir beden, istese de annenin babanın hakkından gelemeyen, onlarla rekabete girdiğinde geride kalan bir bedenden söz ediyoruz. Cinsel anlamda da olgunluğa ulaşmamış, üreme kabiliyetinden yoksun bir beden.

Ergenlikte ise daha dramatik bir beden değişimi var. Dolayısıyla beden değişiyor ama beden algısı ya da bedeni görme şeklimiz bu kadar hızlı değişmiyor. O yüzden biz ergenlikle ilgili sakarlığı, beceriksizliği bununla da ilişkilendiriyoruz çünkü hala eski çocuksu beden tasarımıyla hareket ediyor. Kolunu bir savuruyor bilgisayar ekranını devirebiliyor ya da kapıdan geçerken kenara çarpıyor çünkü vücudu genişledi ve farkında değil. Bunlar hep önceki beden tasarımının devam etmesinden dolayı oluyor. Beden çok hızlı büyüyor ve değişiyor ama artık güçlü, anneye babaya öfkelendiği zaman şiddet uygulamaya kalksa uygulayabilir. Eğer çeşitli içsel mekanizmalardan yoksunsa bunu yapması mümkün. Aynı şey cinsellik için de geçerli. Artık cinsel eylemde bulunabilir, üreyebilir. Ergen bedeni bu yanıyla tehlikeli de, çünkü bunu nasıl kontrol edeceğini bilmiyor. Henüz üzerinde o kadar kontrol sağlayabildiği bir beden değil.

Bununla birlikte yeme ilişkisi beden algısını etkiliyor çünkü kişi, arzu ettiği beden algısına sahip olabilmek için ne yediği, nasıl yediği, ne kadar yiyeceğiyle daha çok uğraşmaya başlıyor. Daha doğrusu kontrolsüz bir şekilde değişen bir bedeni kontrol altında tutabilmek için en kontrol edilebilir şey “yemek”. Hormonları kontrol edemez, büyümesini durduramaz ama aslında gıdayı kontrol ederek bedenini, cinsel gelişimini yavaşlatabilir. Yemek üzerinden böyle bir kontrol odağı oluşuyor.

Tabii çocuklukta beden algısı nasıl geliştiyse, ergenlikte ve yetişkinlikte de devam ediyor. Yemekle ilgili alışkanlıklar tüm bu yaş dönemlerinde devam edebildiği gibi bazen çeşitli radikal değişimler de yaşanabiliyor. Ergenlikte ertelenmiş, çözülmemiş meseleler yetişkinliğe taşınıyor.

Yeme ilişkisi dediğimiz zaman daima çocuğun ilk nesneleri olan anne babası ve diğer sevilen kişilerle olan bağları akla gelmeli. Kişi ne kadar sevildiğini hissediyorsa aslında o kadar da kendini beğeniyor. Mesela çocuklukta çok duymayız ama ergenlikte özellikle çirkin olduğunu düşünen gençlerin birçoğu, aslında acaba yeterince sevilmemiş ya da sevildiğinin gösterilmediği, buna çok ikna olamamış kişiler mi? Yetişkinlikte de öyle, ne yaparsa yapsın kendisini çirkin bulan, hiç beğenmeyen kişiler var. Bebek, yeterince beğenildiğine, karşı tarafta olumlu bir his uyandırdığına ikna oluyorsa, kendiyle ilgili güzel mi, çirkin mi, sevilir mi, sevilmez mi bunları yaşamı boyunca taşıyor.

Dolayısıyla kişinin bedenine dair duygusu çok erken yaşta oluşmaya başlıyor. Bir sürü bileşeni olan bir mesele ama bir sıkıntı varsa, ilk olarak bedene müdahale görülüyor. Bacakları yeterince ince değil, o yüzden kimse onu beğenmiyor. Boyu yeterince uzun değil, o yüzden dışlanıyor. Ancak forma girerse güzel olacağına ikna oluyor. Yetişkinlikte bedenini istediği şekle sokma çabası devam ediyor.

  • Sosyal medyanın beden algısındaki rolünü nasıl görüyorsunuz?

Sosyal medya tabii çok karmaşık bir yer. Bir taraftan sürekli herkesin birbirine, kendisini olmadığı bir şekilde gösterip tatmin olmaya çalıştığı, narsistik bir haz alanı. Çok da gerçek değil, sürreal ama orada bize çok ideal bir şey sunuluyor. Gençler daha fazla ilgi gösteriyor çünkü zaten ergenlik döneminde bedeniyle bir derdi var. Henüz daha içine yerleşemediği bir beden tasarımı var ve bundan çok hoşnut değil. Yüzü oturmuyor, bir anda burnu, kulakları büyüyor, alnı küçük kalıyor, bunların oturması zaman alıyor. Bu süreçte sosyal medyada filtreler sayesinde her yeri çok güzel görünüyor. Bir anda hızlı bir doyum sağlama şansı var ama gerçek değil. Dolayısıyla bu durum beden algısını da etkiliyor.

Orada gördüğümüz bedenler fit, sağlıklı ve proporsiyonu düzgün. Sanki herkesin öyle olması gerekiyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Bir yandan da müthiş bir rekabet alanı ama gerçekçi bir rekabet değil. Bunların hepsi beden algısını etkiliyor ama ne televizyonla ne reklamlarla ne de sosyal medyayla kimse yeme bozukluğu geliştirmiyor. Bunun bir de ailesel, bebeklikten gelen dinamiklerle ilgili bir kökeni de var. Gördü diye kimse hastalanmıyor ama sosyal mecralarda kendi gibi olanları bulabilir, bu patolojiyi besleyecek birtakım alanlara yönelebilir. Kişinin bedeniyle ilgili kaygısı varsa umutsuzluk duygusunu çok pekiştirebiliyor. Aslında onlar gibi olmam mümkün değil düşüncesi oluşabiliyor. “İlla buna benzeyeceğim, illa böyle olacağım” gibi çeşitli takıntılara yol açabiliyor. Hastalandırmıyor belki ama bir süreliğine de olsa çeşitli davranış bozukluklarını tetikleyebiliyor.

  •  Ergen beyni ve dünyasında yeme bozukluğunun anlamı nedir? 

Kişi yeme bozukluğu sayesinde bir kontrol mekanizması ediniyor. Yeme bozukluğu çoğunlukla beden tasarımını istediği şekle sokabileceğine dair bir motivasyonla başlıyor. Ergenlikte dışlanma çok korkulan bir şey ve ötekilere benzeme arzusu çok yoğun. Bir yandan farklı olma arzusu da yoğun. Çoğu yeme bozukluğu hastası diyor ki; beni diğerlerinden farklı kılıyor, herkes bana bakıyor, bu sayede dikkat çekiyorum. Dışarıdaki insanlar ona çok endişelendiği için bakıyor ama o bunu “benimle ilgileniyor” gibi hissediyor ve bundan haz duyuyor.

Ergenlikteki mesele; cinselleşen, daha güçlü, daha büyük olan o bedeni bir şekilde kabul etmekle, sahip çıkmakla ilgili. Yeme bozukluğu aslında düşülebilir bir tuzak. Bununla bir anda bir kimlik de kazanıyor. O yüzden tanı konuyor ama bu tanının ona bildirilmesinden çok çekiniyoruz. Mesela hasta geliyor, ben anoreksiyaymışım diyor. Bu sefer sosyal medyada ve birtakım yerlerde gruplara giriyor, başka anoreksikleri buluyor ve kimlik kazanmaya başlıyor. Bu sefer vazgeçmesi zor bir şeye dönüşüyor. Bizim meseleye birçok boyutta bakmamız gerekiyor.

Ergenlikte bedeniyle ne diye uğraşıyor bu çocuk? Aslında ailede başka meseleler var da onların üstü örtülsün diye mi bu çabası? Anne baba bir boşanma aşamasındaysa bir anda aileden çok ağır bir anoreksik çıkabiliyor. Bir anda boşanma bir tarafa atılıyor. Anne baba kendi derdini bırakıyor, çocukla uğraşmaya başlıyor. O yüzden her genci kendi dinamiği içinde düşünmek gerekiyor.

Bambaşka nedenlerle de yeme bozukluğu ortaya çıkabiliyor. Yeme bozukluğunda çok uzun süre anneler suçlandı çünkü yemek anneden geliyor. Annenin aşırı kontrolcülüğü evde bir isyana, tepkiselliğe yol açıyor ve çocuk kendisine bir alan yaratma ihtiyacıyla yememeye başlıyor. Çocuk hangi yaşta olursa olsun gıda ile ilgili reddedilen şey, aslında anneden geleni reddetmekle ilişkili.

Peki babaların hiç mi bir payı yok bu durumda? Bazı durumlarda babalar ya aşırı yakın ya da aşırı kontrolcü olabiliyor. Mesela kızının bedeninin cinselleşmiş özellikleriyle ilgili bir baba, çok rahatsız edici bulunabiliyor. Burada bir tuhaflık var, çünkü bir baba kızının poposuyla ilgili konuşmaz aslında. “Poposu çok büyüdü.” “Kalçaları genişledi.” ya da “Adet görmüyor, niye görmüyor?” gidiyor mesela doktora kızıyla ilgili bunu soruyor. Cinselleşmeyle çok uğraşan bir baba da istemese de aslında rahatsızlık ve huzursuzluk yaratabiliyor. Hiç ortada olmayan, çocukla hiçbir bağlantı kurmayıp her şeyi anneye bırakmış, “Bu konu benimle ilgili değil zaten” konumuna geçmiş babalar da çocukla annenin çatışmasına zemin hazırlıyor. Halbuki babanın koruyucu işlevine ihtiyaç var.

Farklı tipte babalık problemleri ve babalık işlevindeki bozukluklar da biliyoruz ki artık yeme bozukluğunun sebebi olabiliyor. Tek başına değilse bile büyük oranda etkisi olabiliyor. O yüzden anneyle de babayla da belli bir mesafenin aslında korunması, ilişkinin ona göre dengeye oturması gerekiyor.

  • Yeme bozukluğu yaşayan bir çocuğa/gence nasıl destek olunur? 

Anne babaların yeme bozukluğunu erken fark etmeleri önemli. Özellikle anoreksiya çok gizlenebilir, blumia da gizleniyor. Kıyafetleriyle gizliyor. Bazen yurtta yaşıyor, ailenin yanına hiç gitmiyor. Teşhis konduktan, tedavi süreci belirlendikten sonra artık anne babaların müdahale etmemelerini, ne yediğinin peşine çok fazla düşmemelerini ve ısrarcı olmamalarını istiyoruz.

Küçük bir çocuktan değil de ergenden bahsedersek bedeniyle ilgili sorumlulukları kendisinin almasını bekliyoruz. Nasıl ki kendi kıyafetlerini kendi giyip çıkarıyor, yemeğini de kendisi yiyebilir; ne kadar yiyeceğine de kendisi karar verebilir. Ailede biri bir konuda çok fazla endişeleniyorsa o zaman gence endişelenecek bir şey bırakmıyoruz. Oysaki kendi sorumluluğunu alması, bu yükü kendisinin taşıyabilmesi gerekiyor. O yüzden anne babayı mümkün olduğunca izole etmeye çalışıyoruz. En zor kısmı bu, çünkü sofraya birlikte oturuyorlar. Çocuk tabağına sadece iki tane bezelye koyduğunda orada bir tartışma çıkıyor, tüm emekler boşa gidiyor. Anne babaların bu süreçte iyi bir gözlemci olmaları ama müdahale etmemeleri gerekiyor. Eğitimcilerin de benzer bir gözlemci rolde olması gerekiyor. Eğitimcilerin okulda buna dikkat eden, bu dile izin vermeyen bir rolde olması önemli. Sadece kiloyla ilgili de değil, bedensel herhangi birtakım farklılıklarla ve görüntüsüyle ilgili dikkat etmek gerekiyor.

Yeme bozuklukları olanlar, arkadaş çevresinde birbirlerini buluyor ve etkiliyorlar. “Sen nasıl kilo verdin? Ben de veriyim.” ama arkadaş çevresinin normal şartlarda desteği, onu tutan başka uğraşlarının olması, birlikte sinemaya gitmek, dolaşmak, eğlenmek gibi onu kendi kapsülünden çekebilecek bir arkadaş çevresine sahip olması önemli. Çoğu yeme bozukluğu olanlar, arkadaşları varsa bile onlardan uzaklaşıyorlar çünkü onlar gibi yapamıyorlar, onlar gibi olamıyorlar. Arkadaşlarının bunun farkına varıp onu içlerinde tutması önemli çünkü ergenlikte en destekleyici şey arkadaş grupları. Bundan mahrum kalmaması gerekiyor. O yüzden bedenle ilgili konuşmaları bir şekilde formüle etmek gerekiyor.

Röportaj:
Yrd. Doç. Dr. Bengi Düşgör

Yrd. Doç. Dr. Bengi Düşgör
Öğretim üyesi ve psikanalisttir. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji bölümünde, yüksek lisans ve doktora eğitimini ise İstanbul Üniversitesinde Klinik Psikoloji alanında tamamlamıştır. İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünde öğretim üyesidir ve aynı bölümde ergen psikopatolojileri, psikanalize giriş, psikanalitik kavramların karşılaştırılması konulu dersler vermektedir. Rorschach ve Projektif Testler Derneği yönetim kurulu kurucu üyelerindendir, aynı zamanda A2IP (Association Internationale Interactions de la Psychanalyse/Uluslararası Psikanaliz Etkileşimleri Derneği) ve CILA (Collège International de L’Adolescence/ Uluslararası Ergenlik Fakültesi) Türkiye birimlerinde de yer almaktadır ve İstanbul Psikanaliz Derneği üyesidir. Bağlam Yayınları tarafından çıkarılmakta olan “Yansıtma: Psikopatoloji ve Projektif Testler Dergisi” yayın kurulunda görev almaktadır. Psikanaliz, ergen ve yetişkin psikopatolojileri, projektif testler alanlarında yazılar yazmakta ve akademik çalışmalar yürütmektedir. Sanat Kritik’te “Şair Divanı” adında, şiirlerini ve psikanaliz konulu yazılarını içeren bir köşesi bulunmaktadır. Aynı zamanda 2023 Psikanaliz Yazıları Özgün Yapıt Başarı Ödülü’ne layık görülmüş olan “Şair Divanı: Şiir ve Psikanaliz Üzerine” adında Sanat Kritik Yayınları’ndan çıkmış bir kitabı da bulunmaktadır.