Her anne baba çocuğunun ayakları üzerinde durabilen, karşılaştığı güçlüklerle baş edebilen, kendine güvenen, vicdanlı, duyarlı, kendine ve topluma yararlı bir birey olmasını ister. Bunun için daha doğumdan önce başlayan hayaller yaşam boyu devam eder. Bebek sahibi olacağını öğrenen çiftler, bebeğin sağlıklı olup olmayacağı, kime benzeyeceği, kişiliği, geleceğiyle ilgili hayaller kurup nicedir bir yerlerde saklı kalan arzularını da dile getirirler. “Benim çocuğum iki dil öğrenmeli, iyi bir mesleği, bunun yanında da bir hobisi olmalı.” der çiftlerden biri. Diğeri ekler, “Müzikle ilgilensin, bir de spor olsun yaşamında.” “Sabırlı oluşu aynı bana benzesin, çalışkan oluşu da sana.” diye devam ettirir öteki ve arzular uzar gider…
Anne babalar bu söylemlerinde belki de çoğu zaman yaşamları süresince gerçekleştiremedikleri, eksik bıraktıkları arzularını dile getirirler. Bazen de geçmişte kendi anne babalarıyla ilişkilerindeki bir duyguyu ya da durumu telafi etme çabası içindedirler. Tüm bu hayaller ve arzularla beraber dünyaya gelen bebek ise kimi zaman ona sunulanları gerçekleştirir kimi zamansa bireyselliğini başka bir deyişle mahremiyetini yaratmak için yoğun bir çaba içine girer. Kimi zaman anne babanın arzuları, o çok istenilen “Kendi ayakları üzerinde durabilmesi ve karşılaştığı problemleri çözebilmesi beklenen” çocuğun birey olması yolunda aşılması güç bir engel teşkil eder. Peki, bu arzular ve bireyselleşme yolculuğu nasıl bir dengede olmalıdır? Bebek hem anne babanın bir uzantısı olup hem de nasıl bireyselliğini yaratabilecektir? Anne babalar hayal ettikleri özelliklere sahip çocukları olsun isterken arzularından bağımsız mahrem bir yolculuğu nasıl kabul edeceklerdir? Terazide denge nasıl sağlanacaktır?
Mahrem, Mahremiyet, Gizlilik…
Bir çocuğun bireyselleşme yolculuğunu anlamaya çalışırken bunu mahrem ve mahremiyet kavramlarını ele alarak düşünmek gerekir. Türk Dil Kurumuna göre mahrem kelime anlamıyla “Başkalarına söylenmeyen, gizli.” anlamını taşır. Mahremiyet “gizlilik” olarak ifade edilir. Gizli olana atıf ise, insanın ruhu, bedeni, duyguları olarak çerçevelendirilebilir.
İnsanın diğerlerinden ayrılarak bireyselliğini diğer bir ifade ile mahrem alanını yaratma arzusu var oluşuyla başlar. Aynı dışarıdan görünmeyen iç dünya gibi ilk başlarda kalın duvarlarla çevrili mağaralara sığınır insanoğlu. Bu karanlık, gizli alan, tüm o bilinmez, gizemli dünya içinde güvende hissettirir. Zaman ve çağın getirdikleri ile mağaralardan çıkılır, ağaçtan evlere yerleşilir, insanın ruhu ve bedeni olgunlaştıkça sağlam taş duvarlardan evler yapılır. Bu evler, kapılar, camlar ve balkonlarla dışarıya açılır, istendiği anda kapanır. Ev odalara bölünür. Bazen tavan araları bazen de kilerleri olur. Ayrı ayrı alanlarda bambaşka dünyalar yaşanır. Bir tül perde ile hem içeride hem dışarıda olunur. Evlerle insanoğlu mahrem bir yaşam oluşturur.
İnsanın mahremiyeti de tıpkı bu evlere, evlerdeki odalara, gizli köşelere, kutular içinde saklanmış eşyalara benzer. Nasıl ki zorla bir eve girildiğinde bu o evin güvenliğini tehdit ediyorsa, kişinin isteği dışında mahrem alanına girilmesi de temel güvenlik duygusunu etkiler. Güvenlikten kasıt sadece fiziksel bir güvenlik hissi değil, duyguların, kişiliğin ve ruhun tehdit altında olmasını kapsar. Bazen de kişi kendi mahremiyetinin bile farkında olmadan evinin kapılarını uçsuz bucaksız açar. Ruhu, bedeni, duyguları etrafa saçılır. Bunları toplamak bazen yıllar alır bazense saçılanlar bir boşlukta asılı kalır.
Bağımlılıktan Bağımsızlığa
…
Odadır, ev.
Bir ada.
(Kendi halinde)
Bir içe çağrı.
Kapalılığa, yalnızlığa övgü.…
Oda yalnız kendisi için yaşar.
Her durumda düşe çekilir ev.
Oda hep uyanıktır.
Her şeyi konuşur oda.
Her şeyin de bir anlamı vardır.
(Hiçbir şey anlamdan kurtulamaz.)…
İlhan Berk
Kişinin bireyselleşme yolculuğunu ele alırken bağımlı bir ilişkiden bağımsızlığa doğru giden bir süreçten söz edilebilir. Bu süreç bakım veren kişi ile -çoğu zaman bu anne olur- hem “bir” olma halini hem de ondan bağımsız, mahrem bir kişiliği ifade eder. Bu noktada, mahremiyet kavramı önemli bir rol teşkil eder. Gizlilik olarak ifade edilen bu kavram, ilk olarak anne bebek arasında yaşanır. Bebeğin anne rahminde hayat bulmasıyla beraber mahrem bir ilişki başlar. Önceleri iki kişiye ait kimsenin görmediği, bilmediği bir düzlemde geçer günler, haftalar, aylar. Bebek büyümeğe başladığında dış dünya tarafından da görünür olur, mahremiyet başkaları ile de paylaşılır. Hem içeride hem de dışarıda olan bebek, dokuz ay on gün sonra tıpkı mağaradan evlere yerleşen insanlar gibi bir mağaradan çıkar ve odasına yerleşir. Bebek için anne babanın aylarca hazırlık yaptığı bu oda, mahrem alanın ilk simgesi olur. Başlangıçta bebekle bir olan anne için onun ayrı bir odada olması zorlayıcıdır. Bu durumda bebek, anne babanın odasında sanki annenin rahmindeymiş gibi tekrar yerini alır.
İlk aylar ister anne babanın isterse bebeğin odasında geçiyor olsun, bebek için dış dünyaya uyum sağlayabilmek ancak anne ile bir olma halinde mümkün olur. Çocuk psikiyatristi Winnicott (2010), annenin bebeği ile bir olma halinin ilk olarak meme yoluyla onu beslemesinden geçtiğini ifade eder. Anne tarafından sunulan memeyi bebek başlangıçta kendi yarattığına inanır. Anneyi kendi uzvu gibi algılar. Buna ise “tüm güçlülük” denir. Winnicott’a (2010) göre, sağlıklı gelişim ve sağlam bir bireysellik için her şeyi yarattığına inanma gücü temel teşkil eder. Bu aşamada, annenin özverisi, bebeğinin ihtiyaçlarına yönelik empatik öngörüsü ve kusursuz zamanlaması önemlidir. Çoğu anne, bebeğinin neye ihtiyacı olduğunu ağlamanın tonu, süresi, mimiklerdeki değişim ile kolayca anlayabilir. Yumuşak ses tonuyla, minik dokunuşuyla, kokusuyla çare veren anne de tıpkı bebeği gibi her ihtiyaca cevap verebilecek güçlülükte hisseder kendini. Tüm ihtiyaçları görebildiğine inanan anne, bebek için dış dünyayı anlamlı hale getirir. Örneğin, bir gürültü olduğunda, anne usulca bebeğine “Korkma bu düşen ufak bir top, bir şey olmadı. Ben senin yanındayım.” diyerek gürültüye bir anlam verir. Ya da bebek ağlamaya başladığında “Acıktın mı? Yoksa uykun mu geldi? Altın da temiz.” diyerek tüm bu duyguları ele almaya çalışır. Ayna işlevi görür. Bu sayede sadece annenin ve bebeğin anlayabileceği büyüleyici bir dil oluşur.
Anne ve bebek arasındaki bu bir olma hali, aylar ilerledikçe yavaş yavaş ayrışmaya gider. Annenin izin verdiği ölçüde baba devreye girer. Babanın devreye girmesi bebek için “Benim dışımda da annemin zihninde biri var.” düşüncesini yaratır ve o yeri biri ile paylaşmaya tahammül edebilir. Anne sütünden mamaya geçilen evrede ise hem anne hem de bebek için artık tüm güçlülük hali sona erer. Anne çalışmaya başlar. Kendi ihtiyaçlarına da yönelir. Eşi ile konuşurken ağlayan bebeğine uzaktan seslenerek “Tamam, bir şey yok, geliyorum.” diye sakin bir ifade ile seslenerek hem onun kendini yatıştırabilmesine izin verir hem de onu duyduğunu yansıtır. Evin dışına çıkar, arkadaşları ile görüşür, bedenine özen göstermeye başlar. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak bebeğinden bir miktar uzak kalabilir. Anne, bebek dışında kendi yaşamındaki diğer uğraşlara yöneldiğinde bebek de dışarıda kendinden başka bir dünya olduğunu algılamaya başlar.
Bebeğin kendi varlığında ya da bir miktar yokluğunda o boşluğa tahammül edebileceğine inanan anne, artık odanın kapısını açar, onu yatağına bırakır ve bebek mahremiyetine doğru yola çıkar. Annesi yanında olsa bile annesinin memesi, sesi, dokunuşu dışında doyumu için farklı nesnelere yönelebilir. Parmağını emer, battaniyenin kenarını ısırır, oyuncak bir ayıyı kucaklar, mırıldanarak kendi sesi ile avunur. Kendisinin ayrı bir birey olduğunu bu sayede anlar. Winnicott (2010) bunu “Kendi başına olabilme kapasitesi” diye ifade eder ve bu sürecin ruhsal olgunluk için çok önemli olduğunu söyler. Bu durum bebeğe kendini yalnız hissettirmekten öte kendi başına olabilme hazzını tattırır. Kısa süre de olsa anneden ayrı olmak uzaklıktan öte özgürlüğü ifade eder. Bu dengede olgunlaşan birey bazen ıssız bir ormanda yürürken bazen uçsuz bucaksız maviliği izlerken ya da tek başına kahvesini yudumlarken kendiyle baş başa olmanın mutluluğunu yaşar, ruhsallığına korkusuzca uzanır.
Ruhsallıkta Bir Mücadele
Aylar, yıllar birbirini kovalar, o her şeyi ile anneye muhtaç olan bebek konuşmaya başlar. “Su” der, “mama” der, ne istediğini söyler. Yürür, koşar, yıllar hızla geçer. Evden okul bahçesine doğru bir yolculuk başlar. İlk antrenman kreşte olur, sonra anaokulu gelir. Adı üzerinde “ ana” yani “anne” okulu. Hem anne gibi hem de ona benzemeyen. Farklı anlamları içinde barındıran okul, belki de öğrenmek, yalnız olmak, birey olmak demektir. Bu bağlamda çocuk kendi ve başkalarının varlığına saygı duyarak, hem kendi sınırını korumak hem de ötekinin sınırlarına özen göstermek durumundadır. Özellikle ilk haftalar ana kucağından ayrılmak, okula başlamak ne zordur. Gözü yaşlı anne babalar bir tarafta kaygı ile onları izleyen çocuklar öbür yandadır. Arkada çalan bir zil, haydi sınıfa “odana” “gel çağrısı yapar. Eğer bebeklik döneminde anne ile bağımlı değil bağlı bir ilişki kurulduysa, kopuş değil ayrılık süreci yaşandıysa, çocuğun kendi başına olabilmesi desteklenip her ağladığında hemen koşulmadıysa, o çocuk karşılaştığı her yeni duruma daha kolay alışır.
Anne babasıyla ruhsal olarak tek beden olan, kendi mahrem alanı olmayan bir çocuk ise ayrılığı, yeni durumları aşılması güç bir dağ, geri dönemeyeceği bir yol olarak algılar. Anne babanın yatağında olmak, kokusunu duymak, elinden yemek yemek, giydirilmek, yıkanmak, avutulmak, çok güzel bir duygudur. Bu bağımlı ilişki içindeki çocuk için kendi ayakları üzerinde durmak hiç bilmediği bir şeydir ve sanki dünya çok tehlikelidir, birey olmak gurbette olmak gibidir. Böyle bir durumla karşılaşıldığında memleket hep hasret kalınan olur. Erten (2001), bu durumu şu sözlerle destekler: “Dünyaya, ilişkilere ve hatta bedene güven yerleşmedikçe dünya da ona yerleşmez. Geriye kalan ıssızlık ve kimsesizliktir.”
Bireyselliği sanki bir gurbet gibi yaşayan çocuk karşılaştığı yeni durumlarla mücadele için sahte bir kişilik oluşturabilir. İlk yıllarda onun gereksinimlerini göremeyen, onun varlığını kendi ihtiyaçlarını karşılamak için bilinçdışında da olsa oluşturan ebeveyne karşı bir savunma geliştirir. Dış dünyanın ona dayattıkları neyse onu yaşar. İyi bir basketbolcu olması isteniyorsa o olur. Ebeveyninin onayladığı arkadaşlarıyla birlikte olur. Sınıf kurallarına titizlikle uyar. Herkes onu sever çünkü o kimseyi kırmaz, incitmez. Akademik başarı için var gücüyle uğraşır. Ufak bir hata yapsa dünyası yıkılır daha doğrusu anne babasının arzularındaki dünyaları yıkar. Bu noktada büyük suçluluk duygusu yaşaması olasıdır.
Bazen de bireyselleşme yolculuğunda zorlanan bir çocuk arzulara uyum göstermek yerine pasif bir direniş gösterir. Örneğin, anne babası çok arkadaşı olsun, sosyal bir çocuk olsun diye onu doğum günlerine, farklı sosyal etkinliklere götürür. Çocuk ise ona yabancı gelen bu ortamlarda anne babasının yanından ayrılamaz, ürkek bakışlarla etrafı izler. Aslında bir yanı oradaki diğer çocuklar gibi oynayıp zıplamak, kahkahalar atmak isterken diğer yanı tek başına bunu yapabilme cesareti gösteremez. Kimi zaman benzer çelişkiler yaşam boyu devam eder.
Çocuk anne babasının arzu ettiği kişi olmaya çalışırken ya da pasif bir konumda durmayı tercih ederken okul ondan birey olmasını, kendi işini kendisinin yapmasını, sorumluluk almasını ister. Çoğu anne baba içinse çocuk istediği zaman yatağa kabul edilen üçüncü kişidir. Anne, baba ve çocuk için bazen bu bir düşlem bazen de fiziksel bir gerçektir. Anne babaya bu derece bağımlı yaşayan, tek başına uyumakta zorlanan çocuk içinse tüm bu beklentiler içinde kalmak oldukça zorlayıcıdır.
Birey olma yolunda mahrem bir alan yaratamayan çocuk, okulla birlikte kendi mahremiyetinin sınırlarını çizmek durumunda kalır. Onun sınıfında “odasında”, yalnızlığı ile baş başa kalmasına acaba anne babası ne kadar izin verir? Bazen anne babalar akademik yaşamın her anında çocuklarının yanında olarak sanki onlarla birlikte okullu olurlar. O kadar çok iç içe yaşanma hali olur ki çocuklarının ödevleri, sınavları, dersleri, “ödevimiz, sınavımız, derslerimiz” diye ifade edilir. Kimi zaman da “arkadaş ebeveyn” olarak çocuklarının tüm yaşamının içinde olmaya çalışırlar. Okulda yaşanan iyi kötü ne varsa öğrenip bir sorun olduğunda hemen çözüm bulmak isterler. Çocuğun bir parça da olsa mutsuz, kızgın ya da çözümsüz kalmasına izin vermekte zorlanırlar. Öğretmenleriyle her fırsatta iletişim kurarak onların zihinlerinde de yer tutmak isterler. Aslında çok da iyi niyetle çocuklarının bir şekilde gölge gibi etrafında olurlar. Her şeyi kontrol ederek onları korumak isterler. Peki, kimden korurlar çocuklarını? Dünya bu kadar tekinsiz ise çocuklar nasıl olacak da bu dünyada kendi ayakları üzerinde durabileceklerdir?
Yalnızlığa Tahammül
Okul çağının başlamasıyla birlikte çocuklardan her yeni durumla mücadele etmeleri beklenir. Çocukların hayatına hiç bilmedikleri bir kavram girer “okuma-yazma”. Bu aktif bir eylemdir ve çocuğun tek başına yapabileceği bir iştir. Daha önce hiçbir şey ifade etmeyen semboller artık harftir ve onların deftere dökülmesi beklenir. Yaşamının hiçbir alanında aktif olamayan, her ihtiyacı anne babası tarafından karşılanan çocuklar bu aktif olma haliyle baş edebilmekte zorlanırlar. Bazı çocuklar bu aktif olma halinden kaçarlar ve sanki bu bir öğrenme güçlüğü gibi görünür. Oysa bunun ruhsal zemini bambaşkadır. Aktif olmak demek, birey olmak demektir. Birey yaşamının sorumluluğunu alan, kendi mahremiyetini yaratandır. Kendi olamayan, mahremiyetine izin verilmemiş bir birey için içinden geçenleri ifade etmek, sonra bunları kâğıda dökmek ne zordur. Yazmak… Yazmak… Bir nevi mahremiyetini paylaşmak. O nedenle çocuk kaçar, sınıfta sesi çıkmaz, içinden çıkacaklar belki de korkutur onu.
Okuma yazmayla beraber ödevler devreye girer. Çoğu anne baba ödev yaparken çocuğunun kendilerini yanında istediğinden söz eder. Bu yeni duruma alışma evresinde, onun elinden tutmak kimi zaman çocuğa güç verir. Bu güç ile ilerler. Bazıları ise her durumda anne babasını yanında ister. Belki de altta yatan sebep bu zamana kadar çocuğun tek başına kalmasına izin verilmemesidir. Örneğin, bebeğin emekleyerek uzanıp alabileceği bir oyuncağı ona vermek, boğazına sert bir parça gitmesin diye tüm yemekleri püre yapıp yedirmek gibi tutumlar, istemeden de olsa bu sonucu doğurmuş olabilir mi? Böyle büyüyen bir çocuk için elbette ki ödevini tek başına yapmak zor olacaktır.
Anne babanın arzularına hapsolmuş hisseden çocuğun zihninde mahremiyet sadece sözlüklerde adı geçen bir kavram olarak yer alır. Anne babası ile arasında duygusal ve fiziksel bir mesafe olmayan çocuk, bildiği bu tek tanıdık ilişkiyi kuracağı diğer ikili ilişkilere de taşır. Bir arkadaşı olduğunda o sadece onun olsun ister. Başkası ile oynadığında sevilmediğini, istenmediğini hemen akla getirir. Tek bedenmiş gibi yaşamaya o kadar alışmış olur ki, onun yokluğunda kendini yokmuş gibi hisseder. Sınıfta bir köşede sessizce görünmez olur. Öğretmeni ondan çok bir başkasının saçını okşasa dünyası yıkılır. Dışarıda kalmaya, bir süre de olsa diğerinin zihninde olmamaya tahammül edemez. Hal böyle olunca da sosyal yaşamda zorluklar alıp başını gider.
Ruhun Özgürlüğü
Mahrem alanı yani sınırları anne babası tarafından kuşatılmış çocuk bazen bilinçdışında da olsa bir direniş halinde olur. Bir takımdaysa ne yapar eder o takımda kendini dışarıda bıraktırır. İyi geçebilecek bir sınavda öyle hatalar yapar ki kendisi bile şaşırır. Bazen bir oyun bulur. Günlük yaşamında olmaya cesaret edemediği bir karaktere bürünür. Oyunun içinde önüne çıkan tüm engelleri aşar. Bu yolla arzu ettiği bireyselliğini yaşar. Belki de oyunun içinde anne babadan uzak mahrem bir kişilik sahnelenir. Bu şekilde yol alan çocuk ileriki yıllarda bağımsızlığını kazanmak adına mahrem alanın sınırlarını daha net bir şekilde ortaya koymaya çalışır. Bu her zaman onun bireyselleşmesi ile sonuçlanır mı bilinmez ama bu bireyselleşme yolculuğunda böylece yepyeni bir hikâye sahne alır.
Yazan:
Revan Çamlıbel
Uzman Psikolojik Danışman
Kaynakça
Erten, Yavuz. (2001). Psikanaliz Yazıları, Yalnızlık-Yanlışlık, ss, 29-38. Bağlam Yayıncılık, İstanbul.
Psikanaliz Yazıları. (2011). Donalt W. Winnicott. Bağlam Yayıncılık, İstanbul.
Winnicott, D.W. (2010). Oyun ve Gerçeklik. Metis Yayınları.