Dil İnsanı Anlatır

İnsan, düşünebilen ve hissedebilen bir varlıktır. İnsanın düşündüklerini, hissettiklerini dile getirebilmesi ise onu diğer tüm canlılardan ayıran en temel özelliklerden biridir. İnsanın dili icat eden bir canlı olması oldukça ilgi çekicidir çünkü onu bu keşfe motive eden pek çok ihtiyaç, arzu ve zorunluluğu bize düşündürür. Binlerce yıl boyunca, insanlar birbirleriyle iletişim kurmak, düşüncelerini ifade etmek, bilgi ve deneyimlerini paylaşmak için dilin gücünden yararlanmışlardır. Ancak dil, sadece sözcüklerin sıralanması değil, aynı zamanda düşüncelerin, duyguların ve kültürel mirasın taşınmasıdır. Alman düşünür ve filozof Martin Heidegger, “İnsan dili konuşmaz, dil insanı konuşur.” diyerek dilin bundan çok daha ötesi olduğunu vurgular.

Bu yaklaşıma göre dil; insanın özüne, düşünce ve duygu dünyasına dair çok önemli işlevlere sahiptir.

Dilin İşlevleri ve Önemi

Tarih sahnesinde ortaya çıkan insan; söz öncesi dönemde mimikleri, jestleri, mağara duvarlarındaki resimleriyle kendini ifade etmenin yollarını bulabilmişti. İnsan toplulukları kalabalıklaştıkça iletişim kurmanın, gündelik ya da yaşamsal bilgileri aktarmanın, düşünceleri organize etmenin, duyguları ifade etmenin ve tüm bunlardan daha çok da sosyal bağları güçlendirerek bir arada kalmanın ortak bir yöntemini oluşturma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Dili ortaya çıkaran bu türden gereklilikler bir yönden de dilin temel işlevlerini oluşturur. Dilin bu önemli işlevleri hayatta kalmak, toplum içinde sayılmak, değer kazanmak, iyi ve sağlıklı ortam koşullarına ulaşmak için önemlidir. Aynı zamanda dil, ihtiyaçları daha hızlı bir şekilde aktarmak, muğlaklığa yer bırakmadan yardım, koruma ve kaynaklara ulaşmak gibi faydalar sağlar. Tüm bu faydaların yanında ruhsallık açısından da dil çok önemli bir işleve sahiptir.

Dilin Yaratıcı Gücü

Dil, insanın yaratıcılığını ve düşünme yeteneğini geliştirir. Sadece somut nesneleri tanımlamakla kalmaz, aynı zamanda soyut kavramları da ifade etmek için kullanılır. Metaforlar, benzetmeler ve imgeler aracılığıyla dil, insanların soyut fikirleri anlamasını ve düşünsel derinlik kazanmasını sağlar. Shakespeare’in oyunlarından Einstein’ın teorilerine kadar, insanlık tarihindeki birçok büyük başarı, dilin yaratıcı gücünden kaynaklanmıştır.

İnsanın varoluş sürecinin doğumla değil, doğum öncesindeki tasarımlarda hayat bulduğunu birçok psikanaliz kuramcılarının paylaşımlarında görebiliriz. Bu durum, bir resmin tuval üzerinde tamamlanmasından daha önce ressamın zihninde belirmesine benzetilebilir. Bir ressamın tuvalinde, bir yazarın, şairin satırlarında, bir bestecinin nağmelerinde dile gelen, can bulan eserler, bir bebeğin dünyaya gelme sürecinden farklı değildir. Tüm bu yaratım süreçleri birbirinden oldukça farklı görünse de benzer bir şeye sahiptirler: İçte olanı dışa vuran bir dile.

İnsanın varoluş hikâyesi de, tıpkı diğer yaratma süreçlerinde olduğu gibi, ona karar veren, onu arzulayıp tasarlayan anne babasının bilinçdışı arzusuyla başlar. Bebeğin varlığı, onun dünyaya gelmesinden çok önce zihinde ve kalpte ortaya çıkar. Bebek hakkında hayaller kurulur, onun hakkında konuşulur. Doğacak bebeğin cinsiyetine, kime benzeyebileceğine, isminin ne olacağına, nasıl bir okula gideceğine, ne tür bir mesleği olabileceğine yönelik düşler kurulur, konuşmalar yapılır. Anne karnına düşen ve gelişen bebeğe dıştan ilk tensel temaslar, dokunuşlarla sevgi ve şefkat dili sunulur. Bu dokunuşlara çoğu zaman sözler de eşlik eder. Bebeğin anne karnındaki hareketiyle onun sessiz dili yorumlanmaya çalışılır.

İnsan Yavrusunun Dil ile Doğumu

Doğum, bebek için ilk güvenli alan olan anne rahminden ayrılması, dolayısıyla da ilk kez eksiklikle tanışmasıdır. Annenin göbek bağından kopuşla başlayan ayrışma, onun tüm hayatı boyunca yaşayacağı başka ayrışmaları da beraberinde getirecektir. Bu ayrışmaların her biri doğal bir kaygı yaratıyor olsa da, kaygı düzeyinin ne olacağı bebeğin içine doğduğu evin ruhsal dilinin de etkisini taşıyabilmektedir.

Bebek çaresiz ve savunmasızdır çünkü kendi ihtiyaçlarını yerine getirmek için henüz yeterli kapasiteye sahip değildir. Bebeğin ihtiyaçlarını anlamak ve dillendirmek ona bakım verenin dili aracılığıyla olur. Ona bakım veren kişi bebeğin adeta uydusu gibidir. Bebeğin savunmasızlığıyla yoğun empati kuran anne ona ses olur: “Acıkmış mı benim kızım? Uykusu gelmiş oğlumun. Altını kirletmiş olmalı benim bebeğim… Gazın mı var yavrum?”  Yeni doğan, vücudunun bir yerindeki huzursuzluğun açlık mı; uykusuzluk mu olduğunun bilincinde değildir. Bu ona bakım verenin sezgisel dili aracılığı ile tanım bulur. Bu sezgisel dil, bebeğin ilk aylardaki yaşama tutunması için gerekli bir dildir.

İlk çocuk psikanalistlerinden olan D.W. Winnicott, “Birincil Annelik Tasası” olarak adlandırdığı kuramında annenin ilk aylarda bebeğin adeta iç sesi olduğunu ve annenin kendini bebeğine adamış olmasının, belli ölçüde sağlıklı ve gerekli olduğunu vurgular. Anne, bebeğin istek ve ihtiyaçlarıyla uyumlu hale gelir. Bu durum tümgüçlülük hissi ile kendilik (self) duyumu gelişiminin temelini oluşturur. Bebek bu nesneleri kendi yaratmış olduğuna dair bir yanılsama içindedir. İhtiyaç duyduğu her şeyi yerine getirebileceğini hissetmekte ve kendisini anneyle birmiş gibi algılamaktadır. Bu durumun yeni doğmuş ve kendini dış dünyanın tekinsizliğinden korumaya çalışan bir bebek için gerekli ve şart olan bir bakım sürecidir. Bununla birlikte kendilik duyumunun oluşumuna katkısı olan tümgüçlülüğün gelişim açısından bir aşamada terk edilmesi gerekir ( Zabcı & Postacı; 2022).

Kısaca bebeğin en güçsüz zamanlarında ona bakım verilmesi bebeğin kendini güçlü hissetmesini sağlar. Ancak bebeğin bu yanılsamadan yavaş yavaş çıkartılarak annesi üzerinden hissettiği gücü terk edip kendi iç güçlerini geliştirmesi, annesi ve kendisinin ayrı iki varlık olduğunu kabullenerek kendilik bilincini güçlendirmesi gerekmektedir. Bebeğin kendini anneden ayrıştıramaması bebeğin daha sonra çocukluk, ergenlik dönemi gelişimini olumsuz etkileyebilmektedir.

Çocuğun dile gelmeye başlaması insanın tarih çizgisinde dili icat etmesiyle önemli benzerlikler taşır. Anlamsız sesler, oyuncakları ve eşyaları birbirine vurarak çıkartılan ritmler ve beden dili yerini anlamlı, anlaşılır, talepkar bir dile bırakır. “Anne, Baba, Mama” diye gelen ilk kelimeler ile söz öncesi bebek dönemi geride bırakılır. Çocuk etrafında olup biten her şeyi, nesneleri merak eder, sorgular. Anne ve babaların sabırla çocuğun merak duygusuna eşlik etmeleri onun dil ve ruhsal gelişimine katkı sağlayacaktır.

Büyüdükçe Değiştirilen Dil

Erken çocukluk döneminin meraka ve rekabete dayalı dil yapısı, tıpkı bir evrim gibi latans döneme geçişte farklılaşmaya başlar: Çocuğun dili ebeveynleri ve çevresiyle daha uyumlu, işbirlikçi bir yapıya doğru değişir.  6-11 yaş aralığını içine alan dönemde çocuk bastırmış olduğu dürtüleri ile baş etmeye çalışır. Dürtülerinin yıkıcı etkisiyle karşılaşmamak için birçok savunma mekanizması kullanarak temel kaygısıyla baş etmeye çalışır. Örneğin spor, sanat gibi faaliyetlerle kendine nesnel bir dil oluşturur. Akademik yatırımı ve merakı artar. Ebeveyn rekabetini okulda arkadaş rekabetine, sportif rekabete dönüştürür. İçsel gerginliğini topa vurarak, bilgisayarda savaş oyunları oynayarak gidermeye çalışır. Sosyal bağlarını geliştirir. Kendi benliğini güçlendirmek adına onaylanma ihtiyacı duyar.  “Okulda arkadaşım şöyle bir şey yaptı, çok yanlış değil mi anne? “ gibi sözlerle ebeveynin onayını almak ister. Kitap okuma, dil öğrenme gibi etkinliklerden hoşlanabilir. Ebeveynler idealize edilir, model alınır. Örneğin anne babayla rekabetçi dile geçiş yapılan erken çocuklukta (Oidipal dönemde) “Ben babamdan güçlüyüm” diyen çocuk latans dönemde “Benim babam çok güçlü” diyerek babayı yüceltir. Çocuğun kendi iç nesne temsillerini oyunlarının, çizimlerinin içinde görmek mümkündür. Oyun oynarken oyuncaklarını konuşturur, taklitler yapar. Çocuk kendi iç dünyasında olup bitenlere bir biçim vermeye, anlam yüklemeye çalışır. Bu oyun dili aracılığı ile çocuk, hem iç dünyasında yaşadığı kaosu, bastırdığı bilinçdışı duygularını tekrar tekrar simgeleştirerek işlemeye, anlamaya, onarmaya, hem de gelecekteki dünyasına yönelik kendi yaşam provasını deneyimlemeye çalışır.

Çocuksu dilin değişimi ergenlikte daha keskin olarak göze çarpar. Anne, baba çocuğunu tanımakta, anlamakta zorlanabilir. Sevgi ve anlayışla yaklaşılan cümleler anne babaya zaman zaman öfke diliyle dönebilir. Anne babanın söylemleri, eylemleri küçümsenmeye çalışılır. Giden çocukluğun yasını tutabilmek anne babayla mesafelenerek kendi özerkliğine yelken açmak ancak onların da gölgesinde kalmak arasındaki sıkışıklık duygusunun da yansımalarıdır bu. Bastırılmış dürtüler, fiziksel ve duygusal değişimin eşliğiyle birlikte artık ergeni zorlamaktadır. Ergen kendi değişiminin iç çatışmasını şiddet dili olarak kullanarak yıkıcı dürtülerini frenlemeye çalışır. Kendi değişim süreçlerine eşlik edemeyen erken çocukluk evrelerinin bilinç dışı iç temsilleri ergenin öfkeyi kendine döndürmesine, acı çektiği dilini bedene yöneltmesine de sebep olabilir. Ergenin dili sustuğunda bedeni konuşur. Bedene yönelen saldırganlığın tam da büyüme evresinde ortaya çıkması tesadüf değildir. Winnicott, büyümenin saldırgan bir eylem olduğunu söyler (2007). Burada ergenin yıkıcı dilinin iyi okunarak gerekli kapsayıcı dilin ve desteğin sağlanabilmesi önemlidir.

Diğer yanda bir ergenin sınıf ortamında yapmaya çalıştığı espri, dürtüsel şakalar, sakar eylemler ve söylemler adeta ergenin bilinç dışı haz arayış dilidir. Freud’a göre buradaki doyum bir haz kaynağıdır. Lacan da esprinin kişinin gizlemeye çalıştığı bilinç dışı bir gerçeği, dil oyunuyla açığa çıkaran bir gösteren olduğunu öne sürer (Quinodoz, 2016). Ergenlik; bastırılmış arzu, kaygı, cinsel fanteziler ve bilinç dışındakilerin dil yoluyla bilince gelmesidir. Ergen, ilkel benliğin (id) haz arayış ihtiyacı ile dilini kullanırken üst benliğinin (superegonun);  aile, toplum, okul gibi otoritenin sınırları, değerleri, kuralları ile benliğinde (ego) durdurucu ve dengeleyen düzenlemeye gider. Ergenliğin ilk yıllarında bu sınırları aşma direnci gösterirken, daha ileriki ergenlik yaşlarında dürtülerini yücelterek dönüştürmeyi deneyimleyerek bir grubun, takımın üyesi, bir ülkünün savunucusu olmayı idealize eder. Edindiği tüm sosyal, mesleki, kişisel birikimleriyle yetişkinliğe doğru yelken açar.

Dil ve Dilin Ruhsal İşlevi

Freud’a göre, çocukluk dönemindeki deneyimler, kişiliğin şekillenmesinde önemli bir rol oynar. Çocukluk deneyimleri sıklıkla dil yoluyla ifade edilir ve bu deneyimlerin etkileri bilinç dışında varlığını korur.

Dil, tıpkı insan doğası gibi canlı bir yapıdır. İnsanın toplum kurması ve kültür oluşturmasını sağlayan dil, insanın hem bilincinden hem de bilinç dışından izler taşır. Bu nedenle dilin insan için yönetmesi, kontrol etmesi her zaman kolay olmayan, hem yapıcı hem yakıcı bir doğası vardır. Dilin kemiği yoktur; dil ile ortaya konulan, iyi ve kötü, doğru ve yanlış, yapıcı ve yıkıcı olabilir.

İnsanın en tehlikeli tarafı dildir, der Alman şair Hölderlin. Bu söylem dilin ruhsallıkla ilişkisini de çağrıştırmaktadır. Psikanalizin kurucularından S.Freud; dili, dilin kullanım biçimi olan konuşmayı ayrıcalıklı bir konuma yerleştirmiş; konuşmanın, bir şeyleri dile getirmenin, söze dökmenin insana iyi geldiğini, tedavi ettiğini vurgulamıştır (Quinodoz, 2016). Freud’un ortaya koyduğu psikanaliz kuramının kendisi, zaten bir dil uğraşıdır.

İçeride bastırılanı uygun bir ortam ve üslupla dışarıya vurabilmek, onarıcıdır. Bastırılan her şeyin bedende somatik dışa vurumlara, davranışlarda zorlanmalara dönüşerek kendini açığa vuracağı söylenebilir. Terapötik ilişki tam da bu eksende insana yardım sunan bir süreçtir.

Freud’un psikanaliz kuramını takip eden ve ileriye taşıyan psikanalist J. Lacan da konuşmanın insanı iyileştirebilme, özneyi tedavi edebilme gücü varsa insanın insan olma sürecinin de dille çok yakın bir bağlantısı olabileceğini ifade eder. Dil, ruhsallıktan kök alan bir yapıdır. İnsanı yaralayan dil, yine dil aracılığıyla iyileşir, şifa bulur.

Son Söz

Doğum öncesinden doğuma, bebeklikten çocukluğa, çocukluktan ergenliğe, ergenlikten yetişkinliğe hayatta bize söylenen ve söylenmeyen, bizim için yazılan ve yazılmayan, bizim için düşlenen ve düşlenmeyen ve bizde anlam bulan ve bulmayan, gözün gördüğü, kulağın işittiği, tenin hissettiği her şey dilin etkisindedir. İnsan dili aracılığıyla konuşurken, konuştuğu bu dilin de sahip olduğu sözcükler, deyimler ve diğer incelikler yoluyla insanı, kültürü ve toplumu anlattığı fark edilir. İnsanı anlama çabası için anahtarlardan biri de dili anlayabilmek ve kullanabilmektir.

Gel dersin gelirim sitem edersin
Bahar rüzgârısın güzden esersin
Kal dersin git dersin nasıl seversin
Ben senin dilinden anlamadım ki

 

Uzayan karanlık yollara sordum,
Kemanda inleyen tellere sordum,
Dikenlere sordum, güllere sordum…
Ben senin dilinden anlamadım ki!..

 

Hüzünle örülmüş hazların vardır,
Gönülde silinmez izlerin vardır,
“Gel” diyen, “git” diyen gözlerin vardır,
Ben senin dilinden anlamadım ki!..

Mustafa Töngemen

Yazan:
Neşe Eser
Uzman Psikolojik Danışman

Kaynakça

Çil, Dilek (2019) “Heideggerde Varlık ve Dil”. Özne Dergisi; Hiideger Özel Sayısı. Çizgi Kitabevi Yayınları.S.69-75

Lacan, J. (2019) XI. Seminer: “Psikanalizin Dört Temel Kavramı” (Erdem, N.,Çev)  Metis Yayınları, (1964)

Quinodoz,  J.M. (2016) “Freud’u Okumak” (Kolbay, B.; Soysal, Ö. Çev.) Bağlam Yayınları (2004)

Zabcı, N; Postacı, Ş.(2022):”Çocuk ve Ergen Psikanalizi: Kuramcılar ve kavramlar. Yapı Kredi Yayınları. S.68-69;90-93

Winnicott, D.W. (2007) “Oyun ve Gerçeklik” Metis Ötekini Dinlemek Yayınları