Bir çocuk ne zaman dünyaya gelir? Fiziksel olarak bu sürecin hamilelik ile başladığı ve doğumla sonlandığı söylenebilir. Fakat çocuğun düştüğü ilk yer aslında anne rahmi değil, anne babasının zihnidir. Dünyaya gelişinden, hamileliğin gerçekleşmesinden çok önce çocuk ebeveynlerinin zihnine, hayaline düşer. Herkesin “henüz olmayan” çocuğuna dair birtakım hayalleri vardır; çocuk sahibi olmayı istemeyen kişiler dahi aslında istemedikleri çocuğu hayal ederler. Birine benzemesi, başka birine benzememesi, belirli şeyleri yapması, diğerlerini yapmaması, anne babanın kendi çocukluğunda başına gelenleri yaşamaması, kendi çocukluğunda yaşayamadıklarını yaşaması hayal edilir. Bazen bu hayalin farkında olup onu tarif etmek daha kolayken, çoğu zaman anne babanın kendisi dahi çeşitli unsurlarının farkında değildir. Raphael-Leff (2001) bu hayaller yumağından “kaleidoskop” diye bahseder çünkü sabit kalmaz, renk ve biçim değiştirip dururlar.
Elbette çocuğa dair hayaller kuran yalnızca anne baba değildir. Çevrenin de beklentileri vardır; anne babanın kendi ailesinin, yakınlarının, onlardan beklentileri, çocukta cisimleşir. O hâlde bir çocuk doğduğunda, kendisine dair birçok hayalin ortasına doğar denilebilir. Anne babasının hayallerinin, hatta onların anne babalarının, kardeşlerinin, onları tanıyan, hayatlarına eşlik eden kişilerin hayallerinin…
Hayali çocuk, anne babanın zihninde bir temsildir. Ancak doğan çocuk bambaşka biridir. O ne annesidir, ne babası, ne de onların hayalleri. Çocuğun doğumunun ardından, anne baba çocukla tanışmaya, onu tanımaya başlar. Hayallerindeki çocuk ile gerçekteki çocuk arasında fark olması kaçınılmazdır. Büyümenin içine çoğu zaman bu farkın adım adım kabullenildiği bir yas süreci de karışır. Çocuğun olması istenen özelliklerine arzu, istenmeyen özelliklerinden endişe duyulur. Bazen çocuğun en ufak hareketi dahi bu özelliklerin varlığına veya yokluğuna işaret ettiği yönünde yorumlanıp heyecan veya endişeyle karşılanabilir. Özel yetenekleri var mıdır? Teneffüslerde futbol oynamıyorsa yapayalnız mı kalacaktır? Harfleri karıştırması bir soruna mı işarettir? Prenses gibi giyinmeyi neden sevmiyordur? Bu sorular çoğaldıkça çoğalır.
Çocukların bu beklentilerle baş etmelerinin çeşitli yolları vardır. Bazı çocuklar kendilerini tamamen bu beklentiye adar. Anne babalarının hayalindeki imgeye, aslına bakılırsa anne babalarının hayalinde olduğunu hayal ettikleri imgeye uymaya çabalarlar. Uyumlu, sorun çıkarmayan çocuklar olarak bilinir, bu yönleriyle övülürler. Ancak bu çocukların ne yapılması gerektiğini anlamaya çalışırken iç seslerine duydukları güven azalabilir, neyi arzuladıklarını anlamakta zorlanabilirler. Pusulaları başkaları olur, başkalarının arzusunu anlayamadıklarında kendilerini kaybolmuş, boşlukta hissedebilirler. Başkalarının arzusuna göre şekillendiklerini hissettiklerinde ise uyumlu davranmakla birlikte içten içe öfke duyabilir, ilk bakışta bununla bağlantılı görünmeyen, belli belirsiz itiraz davranışları geliştirebilirler (tırnak yeme, diş gıcırdatma gibi).
Kimi çocuk kendisine dair kurulan hayallere tamı tamına uymaya muazzam bir çaba gösterirken kimi çocukta ise bunlardan sapmaya yönelik yoğun bir uğraş görülür. Bu durumda çocuk, anne babasının kendisine dair ne hayali varsa, ne hayali olduğunu seziyorsa, hepsini yıkıp geçmeye niyetli gibidir. Ne kadar “düzgün” davranması bekleniyorsa o kadar dağınık, ne kadar “nazik” olması bekleniyorsa o kadar nezaketsiz, ne kadar “normal” davranması bekleniyorsa o kadar “tuhaf” davranır. “Ben sizin parçanız değilim, ben başka biriyim.” demenin belki de en sert yollarını arar. Bir yandan da anne babasını sınava tabi tutar. Hep başarılı olması istenen bir çocuğun tekrar tekrar başarısızlığa uğraması ve bu yolla ebeveynini başarısızlığa uğratması büyük bir sınamadır. En düzgün davranan çocuk olmadığı, en parlak notları almadığı, en iyi övgüleri duymadığı zaman da onu kabul edecekler midir?
Çocukların farklı özelliklerinin anne babalar üzerindeki etkisi
Çocuğun okula başlaması demek, artık etrafında onun yaş döneminin genel özelliklerini sezdiren, kendisiyle kıyaslanabilecek, her türden farklılığı anne babaya hızlıca hissettiren onlarca çocuğun olması demektir. Nihayetinde her çocuk farklıdır; boy, kilo, ten rengi, göz rengi, mizaç, bilişsel beceriler, duygusal beceriler, spor yatkınlıkları, sanatsal ilgiler, merak alanları, anne babayla kurdukları ilişkiler, kardeşlere verdikleri tepkiler, cinsiyete ilişkin kalıp yargılara uyma/uymamaları, hareketlilik, dikkat süresi, yakınlık/mesafelilik tarzı, özerkleşme/bağlı kalma yatkınlıkları ve daha niceleri açısından… Çocukları birbirlerinden farklı kılan özellik alanları sayısızca çoğaltılabilir. Dikkat edilecek ne çok şey vardır! Yaş grubunun genel eğiliminden gösterilen her tür sapma, anne baba tarafından hızlıca fark edilmeye açıktır.
Şayet çocuğu anne babanın hayalinden ve hatta diğer çocuklardan büyük ölçüde farklı kılan belirli özellikler varsa, süreç karmaşıklaşabilir. Hayal edilen ile gerçekte karşılaşılan arasındaki fark ne denli büyükse, süreç de o denli karmaşık hâle gelir. Bazı çocuklar, belirli alanlarda zorlanmalarına sebep olan yahut çevrelerince “farklı” bulunan, kendilerine ya da ailelerine “farklılık” hissettiren belirli özelliklere sahip olabilirler. Bu tür özellikler arasında; çocuğun derslerde zorlanmasına sebep olan öğrenme stilleri, gelişimsel özellikler ve birtakım bedensel/ruhsal/sosyal özellikler sayılabilir.
Bu tür özelliklerle karşı karşıya gelen anne babalar, kendileri için zorlayıcı olabilecek pek çok duyguyla baş etme mecburiyetinde kalırlar. Hem bu farklılıkların hayatları üzerinde somut etkilerinden, hem de bunların süreç boyunca kendilerinde uyandırdığı pek çok zorlayıcı duygudan bahsedilebilir. Hayret, isyan, utanç, öfke, suçluluk, endişe, hüzün, tükenmişlik, umutsuzluk…
Neden arkadaşları gibi değil?
Neden kardeşi gibi değil?
Belirgin düzeyde bir farklılıkla karşılaştıklarında, anne babaların içi sıklıkla hayal kırıklığı ve başarısızlık hissiyle kaplanır. Neden bu başkalarının değil kendilerinin başına gelmiştir? Farklı olduysa, bunun sorumluluğu kendilerinde midir? Kendilerinin bir parçası gibi hissettikleri çocuk sanki kendilerindeki bir hatayı açık etmiş, bir eksiği dışa vurmuş gibi, “ideal” veya ”kusursuz” bir çocuk yetiştirememiş olmaktan dolayı kendilerinde bir hata varmış gibi hissedebilirler. Bundan dolayı utanç ve/veya suçluluk duyabilirler. Bazen durumla ilgili bilgi edinmek, olası sebeplerini öğrenmek, gerçekçi bir muhakeme yapılmasını sağlayarak hissedilen suçluluğu hafifletmeye yardımcı olması açısından faydalı olabilir. Sebep bulunamadıkça, anne babaların yönlerini kaybetmiş gibi hissetmeleri ve kendileriyle ilgili sebeplere atıfta bulunmaları artabilir. Belirsizlik sürdükçe öfke de sürer; çocuğa, kendilerine, eşlerine, kendi anne babalarına… Durumun sebebi başka başka kişilere istemsizce atfedilip bu kişilere öfke duyulabilir. Yoğun olarak yetersizlik hisleriyle boğuşulur. Çocuğa yetemediğini, ihtiyaçlarını karşılayamadığını, ne yapsa olmadığını, çabalarının karşılık bulmadığını ve takdir edilmediğini, çocuk ve çevresindekiler (eş, aile, uzmanlar) tarafından çabasının görülmediğini hissederek incinmiş ve gücenmiş hissedebilirler. Eğer anne baba ya da onların yakınları (kardeşleri veya kendi ebeveynleri gibi) benzer farklılıkları çocukken yaşadıysa, bu bir tür kaçınılmaz yazgı gibi deneyimlenebilir. Sanki bu kişiler çocukluklarında ne yaşadılarsa çocukları da birebir yaşamaya mahkûmmuş gibi..
Aslında çocuğun okula başlamasının, tüm anne babaların iç dünyasında kendi okul yaşamlarına dair meseleleri bir ölçüde etkinleştirmesi beklenir. Okulla birlikte zihinlerine pek çok soru düşer: Çocukları da onların yaşadıklarını mı yaşayacaktır? Aynı derslerde zorlanacak mıdır? Arkadaşlarının arasına giremeyip üzülecek midir? Elbette sorular sadece endişelerle sınırlı kalmaz, gururla anımsanan yaşantıların da çocuk tarafından tekrar edilmesi beklenebilir. Her durumda, anne babanın zihninde kendi okul yaşantıları etkinleşmiş, çocuğun yaşantılarına referans noktası olmaya açık hâle gelmiştir. Bu gayet doğal olsa da anne baba kendi yaşantılarıyla çocuğunkileri ayırmakta fazlaca zorlanırsa, yaşadığı zorlayıcı durumları çocuğun da aynı şekilde deneyimlemesinden endişe ederek güncel gerçekliği tam anlamıyla değerlendirme konusunda zorlanabilir. Üstelik çocuk anne veya babasıyla benzer bir zorluk yaşayacak olduğunda aslında bunu kendi yaşamı, mizacı, baş etme stilleri ve destek kaynakları -ne de olsa anne babaları da hayatları da bir değildir- doğrultusunda, anne babasının çocukluğunda yaşadığından farklı, kendisine özgü bir biçimde deneyimleyecektir.
Özellikle çocuğun anne babanın hayatını bütünüyle kaplaması söz konusuysa, çocukla ilgili yaşanan her zorluk, anne baba tarafından doğrudan doğruya kendileriyle ilgili bir durum gibi hissedilebilir. Benzer şekilde, ebeveynlerden birinin çocuğun sorumluluğunu oransızca üstlendiği durumlarda da çocukla ilgili her zorluğun doğrudan o ebeveynle ilgili bir meseleymiş gibi ele alınabildiği görülür. Bu açıdan sorumlulukların anne baba arasında paylaşılması, anne babanın çocuk dışında da kendisini tanımladığı, doyum bulduğu alanların olması önem taşır.
Suçluluk yoğun olarak yaşandığında, anne babaların başkalarının da kendilerini suçlamasından endişe etmesi, konuyu yakınlar veya uzmanlarla konuşmayı zorlaştırabilir. Çocuğun damgalanmasından endişe edilebilir. Böyle olduğunda öğretmenlerle görüşmeler de kaygıyla beklenir, kimi zaman kaygı çok yoğunlaştığında, bu görüşmelerden kaçınmak istenebilir. Çocukla ilgili endişelerin yatışması için her şeyin yolunda olduğu duymak istenebilir, çünkü herhangi bir zorlanmaya dair tahammül azalabilir.
Bu bazen, her zorluğun bir eksiklikten kaynaklanacağı endişesiyle, farklı konularda yaşanabilecek zorluklara da tahammülün azalmasıyla sonuçlanabilir. Bu tür hisler baskın olduğunda, algılanan bu farklılık bazen bir nevi “çekim merkezi”ne döner; çocuğun yaşadığı, gelişimsel olarak olağan da olabilecek her tür zorluk, aynı durumla ilişkilendirilerek endişelerin artmasınasebep olabilir. Yaşanan zorlanmaların olağan olduğu, gelişimin parçası olduğu fark edilmediğinde, anne baba için durumu daha da endişe verici ve başa çıkılamaz hâle gelebilir. Böyle durumlarda, yaşanan zorlukları birbirinden ayrı ele almak, neyin gelişimsel sürecin olağan parçası, neyin çocuğun ayrıca desteklenmesi gereken ihtiyacı olduğunu ayırmak, önem taşır.
Bunlar ayrı ele alınmadığında, çocuğun her çocuğun yaşadığı hüsran, hayal kırıklığı, öfke uyandıran olayları yaşamaması için fazlaca çaba sarf edilebilir. Onun hiç üzülmemesi, hiç hayal kırıklığına, hüsrana uğramaması, hiç kızmaması istenir; çünkü bu hisleri hem çocuk hem de aile hâlihazırda fazlasıyla yaşamıştır. Çocuğun her tür olumsuz duygu ve deneyimden korunması gerektiği düşünülebilir. Bazen çocuk gelişiminin belirli bir döneminde zorlandığı ve bu durum atlatıldığı hâlde o hep daha fazla desteğe ihtiyaç duyacakmış gibi hissedilebilir. Belirli dönemlerde zorluk yaşadığımızda her birimiz bu zorlukla baş edebilmek için kendimize has savunma biçimleri geliştiririz. Bunlar o durumla baş etmekte bize fayda sağlarlar. Ancak çoğu zaman zorlu durum geçtikten sonra da onlara başvurmaya devam eder, içinde bulunduğumuz durumun değiştiğini, bu baş etme mekanizmalarının artık bize faydadan ziyade zorluk getirdiğini fark etmeyiz. Benzer şekilde, ek desteğe ihtiyacı olan çocuklar da çok zaman ihtiyaçları geçtikten sonra da desteklenir, sadece ihtiyaçları olan alanlarda değil her alanda fazlaca desteklenip korunurlar. Onların büyüdüğünü, kendilerini geliştirdiğini, her zaman aynı miktarda desteğe ihtiyaç duymayabileceklerini fark etmek daha güçtür. Bu tür bir koruma, çocuğu büyümesi ve kendi baş etme kaynaklarını ve becerilerini oluşturması için gereken hüsranı yaşamaktan geri tuttuğunda; çocuğun kaygı ve korkularının arttığını, karşısına çıkan sorunlarla baş etmekte zorlandığını ve hüsrana tahammülünün azaldığını, bazen sosyal becerilerinin yeterince kuvvetlenmediği görülür. Bu durum, sadece farklı kişisel özelliklere sahip çocuklar için değil, zor yaşantılardan geçmiş olmaları nedeniyle diğerlerinden farklılaştığı düşünülen çocuklar için de geçerli olabilir.
Bir veya birden fazla kardeşin söz konusu olduğu durumlarda, bunlara ek olarak kardeş dinamiği de işin içine girer. Bu bazen açık kıyaslamalar şeklinde olsa da pek çok zaman daha karmaşık duyguları da içerir. Örneğin, bir kardeşin yapamadığını diğerinin yapması zaman zaman anne babada zorlayıcı duygular uyandırabilir; bir çocuğun yapabildiklerine sevinmek, sevindiği için suçlu hissedip diğer çocuğun bundan eksik/mahrum kalmasına üzülmek, diğer çocuğunun yapamadıklarıyla yeniden karşı karşıya gelerek kaybı hissetmek… Böyle durumlarda bir çocuğun kazanımı, diğerinin kaybını anımsatıyor olabilir. Bazı durumlarda, bir çocuğun yapamadıklarını diğer çocuğun yaparak bu durumu telafi etmesine yönelik yoğun bir istek duyulabilir ve bu diğer kardeş için de yüksek beklentiler yaratarak onun baskı altında hissetmesine sebep olabilir. Diğer yandan, çocuklardan birisinin özel ilgi gerektirdiği durumlarda anne baba kendilerini diğer çocuğun yaşadığı zorluklarla ilgilenmek için fazla yorgun hissediyor olabilir ve bu zorluklara tahammül azalabilir.
Tüm bunların yanı sıra eğer ki çocuğun daha fazla bakım ve destek gerektiren bir durumu varsa, bazen hayatın baştan aşağı onun ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi gerekliliği de ortaya çıkabilir. Ailenin ev hayatı, sosyal hayatı, bazen mesleki hayatı bu ihtiyaçlar etrafında şekillenebilir. Bu değişikliklerin bir yandan öfke uyandırması aslında son derece doğal ve yaygındır, ancak yine de ebeveynlik yaşantısında bu tür olumsuz duygulara yer olmadığına inananlar için suçluluk ve acı verici olan bu duygular çoklukla yok sayılır, bu sefer kişinin kendisinin de açıklamakta zorlanabildiği tahammülsüzlükler olarak geri dönebilirler. Anne baba, çocuğun ihtiyaçları üzerine çalışır ve onu öncelerken sıklıkla kendi ihtiyaçlarıyla, duygularıyla ilgilenmeyi unuttuğunu bile fark etmez. Onlardan birer kahraman gibi, bıkmadan, usanmadan, kendilerine hiç bakmadan çocuklarıyla ilgilenebiliyor olmaları beklenir; üstelik bu çoğu zaman salt çevrenin değil, anne babanın kendi beklentileridir de. Ancak gerçekçi olmayan bu beklentiler tükenmişliği artırdığı gibi, kişide ihtiyaçlarını karşılamaya ayırdığı vakte dair suçluluk da uyandırabilir. Oysa çocuğa destek olabilmesi ve tükenmişliğin önüne geçebilmesi için, anne babanın da kendisine ve birbirine destek olabilmesi, kendi ruhsal ve sosyal kaynaklarını güçlendirmesi önem taşır.
Sonuç Niyetine:
Uyum ve Yas
Neticede hissedilen farklılıkların ve olduğu hâliyle çocuğun kabullenilme süreci, tüm bu duygu ve düşüncelerin eşlik ettiği bir nevi uyum süreci olarak düşünülebilir. Literatürde, çocukların farklı özelliklerinin kabul edilme süreci, bir yas süreci olarak ele alınmaktadır. Yas ise nihayetinde uyum demektir. Kaybın adım adım, zaman içinde, ona eşlik eden duyguların mümkün olabildiğince işlenmesiyle kabullenilmesi, önceden var olan hayal ve niyetlerden vazgeçilmesi, gerçekliğin kabul edilmesi, yani duruma ve gerçekliğe uyum sağlanması anlamına gelir. Bu süreç boyunca yukarıda değinilen tüm duyguların yaşanması olağandır; öfke, suçluluk, umutsuzluk, hüzün, hayal kırıklığı… Bu hislerin bazıları zaman içinde hafiflerken, bazılarının özellikle gelişimsel aşamalarda ve hayatın dönüm noktalarında bir süreliğine yeniden alevlenebildiği görülür. Kayıp kabullenildikçe, var olanlara, aslında kaybedilmemiş olanlara bağlılık artar. Çocuğun başka özellikleri keşfedilir, daha yakından tanınırken, bunun topyekûn bir kayıp olmadığı hissedilmeye başlanır.
Bu süreci karmaşıklaştırabilen etmenler olduğu gibi, baş etmeyi kolaylaştıran destekleyici etmenler de vardır. Destekleyici etmenler arasında başta anne baba arasındaki çift ilişkisinin niteliği ve anne babanın birbirinden destek alabilmesi, daha geniş aileden ve sosyal ağlardan alınan desteğin yanı sıra kişinin kendi ruhsal kaynakları ve baş etme stilleri bulunmaktadır. Bunların yanı sıra çocuğun ve ailenin duruma dair bakış açısı da durumu deneyimleme şeklinde belirleyicidir. Yaşantılarımızın çoğu için diyebiliriz ki, bir durum veya olayı nasıl algıladığımız, bizim üzerimizdeki etkisini belirlemede önemli rol oynar.
Bazı durumlarda ise bu sonu gelmeyen bir kayıp, bitimsiz bir yas gibi deneyimlenebilir. Kayıp hissi, hüzün, suçluluk, öfke, kişilerin hayatlarına devam etmesini zorlaştıracak ölçüde kalabilir ve yeterince hafiflemeyebilir. Freud’a (1917) göre yas çalışması bitmediğinde, melankoliye döndüğünde, bir nevi kayıp kabullenilmediğinde, kendimize şu soruyu sormamız gerekir: O kişide/şeyde kaybettiğimiz aslında nedir? Burada bahsedilen türden durumlarda çocuğun gerçek anlamda kaybı söz konusu değildir. Hayattadır, pek çok durumda sağlıklıdır, belli yetilere sahiptir, belki neşelidir, sosyaldir… Ancak bitmeyen yas durumunda, tüm bunlar bir sis perdesinin arkasında kalmış gibidir. Sanki kayıp tüm sahneyi ele geçirmiştir. O hâlde kaybın içinde gizlenen bir başka kayıp vardır; bu da çoğu zaman ideal çocuk imgesinin, anne babanın zihnindeki çocuğa dair tasarımın kaybıdır.
Hayatımızdaki her yeni kayıp, bize geçmiş kayıpları yeniden yaşatır. Hayallerdeki çocuk, çoğu zaman anne babanın kendi geçmiş kayıplarından esinlenen unsurları da içinde barındırır. Belki kendi anne babalarıyla umdukları fakat sahip olmadıkları ilişkinin kurulması, kendi çocukluklarında isteyip de yapamadıklarını, çocuğun yapmasıyla biraz olsun hayal kırıklıklarının telafi edilmesi… Anne babanın çocuğa ve onun yapacaklarına dair, kendisinin de tam anlamıyla bilemediği, türlü hayalleri olabilir. Çocuk bu hayalleri üstlenmeye gönüllü olmadığında yahut olsa da yapısal veya çevresel koşullar buna elvermediğinde, telafi imkânının ortadan sonsuza kadar kalktığının hissedilmesiyle birlikte kayıplar yeniden yaşanabilir, acıları alevlenebilir. Bu durumda ilk kaybın tutulamayan yası, ruhsallığın yeniden gündemindedir ve süreç kişinin kendisinin de anlamakta zorlandığı şekilde karmaşıklaşabilir. Hüzün ağır basabilir, çocuğun sahip olduklarını görmek zorlaşabilir. Böyle durumlarda geçmişle bugünü, anne babanın kendi yaşantılarıyla çocuğun yaşantılarını ayırabilmeye başlaması, zorlu da olsa bu yas sürecinin sonlanmasına fayda sağlayabilir.
Yazan:
Aylin Deniz Ülkümen
Uzman Danışman Psikolog
Kaynakça
Brown, J. M. (2013). Recurrent grief in mothering a child with an intellectual disability to adulthood: grieving is the healing. Child & Family Social Work , 21(1), s. 113-122.
Freud S. (1917) Mourning and Melancholia, SE, Strachey J (Ed.), 14, Hogarth Press: Londra, 1964.
Raphael-Leff, J. (2001). Pregnancy: The Inside Story. Karnac Books: Londra.
Simpson, D. (2005) Psychoanalytical perspectives on emotional problems facing parents of children with learning disabilities. İçinde (ed.) Bower, M. Psychoanalytic Theory for Social Work Practice: Thinking Under Fire, Routledge: Oxford.