Çocuk ve ergenlerle çalışan terapistlerin görüşmelerinde anne babalardan en sık duyduğu sorulardan biridir “Neden oldu?” sorusudur. Aslında birlikte tespit edilen sorunlar için sorulan ilk soru “‘Ne yapabiliriz?’” olsa da görüşme ilerledikçe sorunlara neden olan şeyi bulma isteği ağır basar. Başta gelen telafi ve onarıma dair sorunun yerini daha sık duyacağımız “Neden oldu?” sorusunun görüşmeye hâkim olması bu yazıyı hazırlarken beni bir kez daha düşündürdü. Yaşanan ruhsal acıya bir neden bulma, anlamlandırma için önemli olsa da, sorudaki altta yatan bir suçlu arama niyeti de gizlenecek gibi değildir. Evet, yaşadıklarımızı anlamak için ve tekrar etmemek için neden ve neler olduğuna bakmak mühimdir. Ancak, sadece bu soruya odaklandığımızda kendimizi çıkışı olmayan bir tekrar içinde bulabiliriz. İç görü kazanma niyetiyle başlanılan içsel sorgulama yolculuğu yalnızca “Neden oldu?” sorusuyla eziyetli bir yolculuğa dönüşebilir. Çünkü beraberinde geçmişte önleyemediklerimiz ya da yapamadıklarımızla ilgili suçluluk duygusu da gelecektir. Suçluluk duygusu eğer beraberinde bir onarım çabası getiremiyorsa, iç görü kazandırmak yerine ruhsal acıyı, benzinin aynı bir yangını daha da büyütmesi gibi şiddetlendirecektir. İç dünyamızda neler olduğuna dair duyguları hissetmek yerine bir suçlu bulunmuş ve onunla bir savaşın içine düşülmüş olur. Fark edilenlerin yarattığı üzüntü hissedilmediğinde, geçmiş zamana ait kayıpların yası tutulamadığında, ruhsal çalışmanın getireceği dönüşüm de gerçekleşemez. “Neden oldu?” sorusu ancak yanına “Ne yapabiliriz?” sorusu da eklendiğinde sanki bir arada yapıcı bir çalışma başlatabilir. Bu tam da ruhsal dünyada oluşmuş zorlukların onarımı için ihtiyaç duyduğumuz iki beceriyi ortaya çıkarır: kayıpları görebilecek cesaret ve yeniden inşa etmek için umut etmeyi bırakmamak.
Klinik çalışmalarımda görüyorum ki aslında herkesin aradığı şey ideal olana sahip olmaktır. Yani buna eksiklerin, hataların ve kayıpların olmadığı bir hayat diyebiliriz. Melanie Klein, idealleştirme ihtiyacımızı doğum öncesi duruma duyulan bir evrensel özlem olarak tanımlar. Doğum öncesi durumda çocuk annenin bir parçasıdır ve ona bütün ihtiyaç duyduklarını ve arzuladıklarını verir. Bu durum anne ve çocuk arasında kesintisiz bir ilişki de demektir. Kesintisiz doyum arayışı doğum sonrasında da anneyle ilişkide aranır. Annenin sınırsız doyum ve sevgi vermesi çocuk tarafından beklenir. Ancak elbet bu ilişkide doğum sonrası kesintiler yaşanmaması imkânsızdır. Bir annenin bebeğini anne karnındaki gibi beslemesi mümkün değil, hatta iyi de değildir. Aşırıya kaçmayan bir engellenme, bebeğin dış dünyaya uyarlanması ve gerçeklik duygusunun gelişimi için oldukça önemlidir. Belli ölçüde deneyimlenen engellenme ardından gelen doyum, bebeğe kendi kaygısıyla başa çıkabildiği duygusunu da verir ve bebeğin benliğini zamanla güçlendirir. Dolayısıyla Klein’a göre bebeğin karşılanmayan arzuları bebeğin yaratıcılığının ve kendi içsel kaynaklarının keşfi için de çok önemli bir fırsattır. Bebeğin hiçbir çatışmayla karşılaşmaması onu kişiliğini geliştirme imkânından ve benliğini güçlendirecek önemli kaynaklardan yoksun bırakacaktır (Klein, 1957).
Elbette ideallerin kaybına dayanmak yukarıda bahsettiğim kadar da kolay değildir ne yazık ki. Bebeğin gelişiminin doğal bir parçası olarak yaşadığı doğum sonrası hayal kırıklıklarının onun benliğini güçlendirecek olumlu deneyimlere dönüşmesi ilk bakım nesneleriyle yani ebeveynleriyle ve daha çok da annesiyle kurduğu ilişkinin temelinde yatmaktadır. Her ne kadar Klein’ın teorisinde bireylerde doğuştan sevgi ve nefretin bir arada olduğuna değiniliyorsa da, bir bebek için annenin iyi bir şekilde içe alınmasında dış koşullar oldukça önemli olmaktadır. Eğer dış koşullar yani doğumun nasıl geçtiğinden, bebeğin ilk beslenme süreçlerine kadar birçok şey yolunda giderse doğumla beraber kaybedilen anneyle kesintisiz birlikteliğin kaybı telafi edilebilir ve anne yeniden zihinsel ve fiziksel olarak yakın olunabilen, güvenli / sevilen bir iyi nesneye dönüşür. Anne bebek arasındaki güçlükler eğer bebeğin taşıyabileceğinden fazla ise bebek sevilen iyi anneye yeniden kavuşmakta, ona temas etmekte güçlük çeker ve anne bebek için daha çok nefret edilen kötü bir nesne haline gelebilir (Klein, 1957).
İyi ve kötü anne olarak bahsettiğim annenin sevilen ve nefret edilen yanlarının bebekteki yansımasıdır. Bir bebeğin dünyayı tanıması için en gerekli ruhsal savunmalardan biri bölme mekanizmasıdır. Onun için yeni ve oldukça kaotik olan dünyada neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmesi önemlidir. Bu mekanizmayla hem bebeğin kendi içinden gelen sinyaller hem de dış dünyadan algıladığı duyumlar biraz da olsa düzenlenebilir. Daha sonra beklenen sadece iyi ve sadece kötü deneyimlerin olmadığı, aslında her deneyimin hem iyi hem kötü özellikler barındırabileceğini kabul etmek yani tüm bu ayrışmanın uzun sürmemesi ve bütünleşmesidir. Ancak iyi ve kötü diye ayırdığımız parçalar bütünleşemediğinde kendimizi bir savaşın içinde buluruz. İyi ve kötünün savaşında sadece yıkım vardır. Sadece iyiyi korumak için girilen bu savaş kötü deneyimlerden kaçılamayacağı için her şeyin yıkımıyla sonuçlanır. Onarım ancak bu parçaların bütünleşmesiyle mümkündür hem iyi hem kötü parçaların biraradalığının kabulü umudu doğurur ve gelecek için ne yapabiliriz sorusu yaşanan kayıp ve eksiklikler için tutulan bir yas sürecinden sonra mümkün olacaktır. İşte terapist bu ideal iyi nesnenin kaybına dair tutulan yas sürecinde danışana eşlik ettiğinde bir umut doğar ve gelecek için onarım söz konusu olur ve “Ne yapacağız?” sorusu daha çok konuşulabilir.
Anne bebek ilişkisinde de iyi ve kötü deneyimlerin bütünleşebilmesi önemlidir. Bu da bebeğin anneden düzenli bir bakım almasıyla ancak olacaktır. Nefret ve nefreti yaratan engellenmeler ilişkinin en başından beri var olsa da, anne düzenli bir şekilde bebeğiyle ilgilendikçe, bebeği için git gide iyi ve sevilen biri olarak içselleşecektir. Bebek açlık ya da başka ihtiyaçlardan kaynaklı huzursuzlukları için anneyi yanına çağırdığında eğer anne bebeğini bu kötü ve ıstıraplı durumdan çıkarabilirse iyi nesne olacak, ancak aynı anne bebeğe hemen ulaşamadığında kötü nesneye dönüşecektir. Bebeğin içindeki iyi ve kötü tüm deneyimler sonunda birleşecek ve aslında onu anlayan anneyle yalnız bırakan annenin aynı olduğunu anladığında sevilen anne tüm yönleriyle kabul edilecektir.
Onarım İçin Yıkıma Dayanmak
Dolayısıyla onarımı düşünürken aslında öncesinde bir yıkımın da kaçınılmaz olduğunu kabul etmeliyiz. Yıkım olmadan onarım deneyimlenemez. Yıkımın kaçınılmazlığı, anne bebek ilişkisinde annenin zaman zaman kendisini nefret edilen biri gibi hissetmesiyle kendini gösterecektir. Anne de elbet kendi içinde bebeğine karşı bir nefret bulacaktır. Psikanaliz literatüründe sevgi ve nefret hep birlikte anılır. Bu duyguların tek başına değil bir arada bulunduğu ve buna dayanmanın asıl zorluk olduğu düşünülür. Ebeveyn ve çocuk ilişkisinde de sevgi ve nefret iç içedir. Ergenlik döneminde ebeveynler çocuklarıyla en çok bu konuda sorun yaşarlar. Ergen hem nefreti hem de sevgiyi anne babasına karşı çok yoğun bir şekilde aynı anda hissedebilir ve bunu davranışlarında gösterebilir. Kendini tanıyabilmek için hem onları değersizleştirip yok etme ihtiyacındadır hem de aynı zamanda anne babasının varlığına hala çok ihtiyaç duymaktadır. Anne babanın bu şiddetli çatışmalar karşısında sağlam kalması ve çocuklarıyla ilişkilerinden vazgeçmeyişleri bu zorlu dönemden çıkılması için gereklidir.
Winnicott, ebeveynin nefretinden söz eden ilk psikanalisttir. Ebeveyn için hiç de kolay olmayan, hayatında oldukça büyük bir değişiklik yaratan çocuk sahibi olma süreci elbette büyük bir coşku ve memnuniyet yaratacağı gibi endişe hatta nefret de uyandıracaktır. Anne bebek ilişkisi üzerinden yine düşünürsek; anne, nefretinin farkında olduğunda bunu bebeğine yansıtmaz, sürecin doğal bir parçası gibi kabul eder ve bebeğin tüm zorlukları karşısında onunla yakın ilişkide kalmaya devam edebildiğinde, ilişkideki her zorluk telafi edilebilecek ve onarımlara fırsat bulunacaktır. Winnicott şöyle der “Bir çocuğun duygusal bir çevrede kendi nefretinin tüm enginliğine katlanabilir olarak yetişebilmesinden şüphe duyarım. Nefret edebilmek için nefrete gereksinim vardır.” (Winnicott, 1949). Winnicott’a göre işte bebeği büyüten, bireyselliğine kavuşturan annenin ve aslında her iki ebeveynin de hatalarıdır. Nefret deneyimlenmeksizin gerçek anlamda sevgi de deneyimlenememektedir. Birlikte zorluklar aşıldığında yani ilişki yıkımların ardından onarıma fırsat tanıyacak güçte olduğunda çocuk için ebeveynler ile bağ gerçekten sağlam bir bağ olarak içselleşir ve sevgi daha somut olarak deneyimlenir. Sevgi o kadar güçlü ki tüm nefrete dayanabiliyor ve bir arada kalmaya devam edilebiliyordur.
Onarımın Yaratıcılıkla İlişkisi
Winnicott’a göre çocuğun sağlıklı bir ruhsallık için gerekli olan yalnız kalma kapasitesi yani ben ile ben olmayan arasına istikrarlı sınırlar konması veya başka bir deyişle kendini ötekinden ayırabilmesi, anne, baba, çocuk üçgeninin uyandırdığı çeşitli duygusal tepkilerin kabul edilmesine bağlıdır. Yalnız olma kapasitesi dâhil etme ve dışlama arasındaki ritmik etkileşimin bir parçası olan mahrumiyete tahammülü gerektirir. Bebek, ihtiyaçla annesine baktığında ve anne orada olmadığında bebek annesini beklerken kendisine dönecektir. Başka bir deyişle çocuk ihtiyaç hissettiğinde ötekine döner ama öteki bu ihtiyaca çeşitli sebeplerden ötürü cevapsız kalır. İşte bu noktada çocuk tekrar kendine dönecek ve bu sefer de o ötekini reddecektir. Bu yalnızca öteki tarafından reddedilmek değildir, çocuk da öfkeyle ötekinin desteğini reddeder. Kendine döner. Bu başta bir öfkeli tepki gibi görünse de aslında çocuğun benlik sınırlarının çizilmesi için olmazsa olmazdır. Kendisini ötekinden ayırmak için bir fırsat doğmuştur: Öteki yoktur ve böylece “ben” kendi varlığını keşfedecektir. Görüldüğü gibi ben ve öteki arasındaki ilişki karmaşık ve paradoksaldır. Birinin varlığı için ötekinin de ayrı bir varlık olarak kabul edilmesi gerekir. Ve ancak bu şekilde birlikte var olmaya devam edebilirler (Winnicott, 1958).
Dolayısıyla ebeveyn çocuk ilişkisinde ve hatta belki tüm ilişkilerde hatalar olacak ki ayrılıklar olsun. Ayrılıklar kayıp acısı yaratsa da kişinin kendi kaynaklarıyla buluşması, karşılaştığı sorunlarla yüzleşip onları çözmeye yönelebilmesi için gereklidir. Bu, kişinin yaratıcılığını da geliştirecektir. Hataların olduğu ve onarıma başvurulabilen ilişkilerde her daim bir canlılık vardır ve sürekli bir dönüşüm, yaratım mevcuttur. Ancak eğer hala kişilerin ideal beklentileri yoğunsa sevgi ve nefretin biraadalığıyla yüzleşilmemiş ise hayal kırklıkları çok büyük olacak ve yıkım ağır basacaktır. Yıkımın kendisi ise tek başına daha büyük bir kayıp yaratır. Artık onarılacak dönüşecek kimse kalmamış demektir. Bu tümden bir yalnızlaşma demektir.
Klein (1975), “Sevgi Suçluluk ve Onarım” makalesinde, çocukluktaki sevilen nesneye karşı beslenen yıkıcı ve yok edici duyguların akabinde ortaya çıkan sevgi nesnesini onarma ve güzelleştirme arzusunun yaratıcılığın temelinde olduğunu ileri sürer. Bu yaratıcılık, temelde yok etmekle doğrudan bağlantılı olduğu için, nesnenin kaybı ve bu kaybın beraberinde getirdiği yas sureciyle doğrudan ilişkilidir. Bu yas sureci, sayesinde sevgi nesnesi gerçek bir nesneye dönüşür ve daha güvenli bir ilişki kurulabilir.
Psikoterapide de benzer bir süreçten söz edebiliriz. Bebeğin anneye yönelttiği yardım çağrısı olan ağlama gibi görürüz kişiyi bize getiren semptomları. Umut tam da buradadır. Aynı çıkmazda devam etmek istemez kişi. Tamir için bir alan arayışındadır. Bazen bir yıkımın altından tek başına kalkmak mümkün olmaz ama elbet her yıkımda sağlam kalan bir şeyler olmuştur. İşte onları görebilmek ve tekrar onarmak, yeni şeyler inşa edebilmek ebeveynle çocuk arasında kurulan temel ilişkide yatmaktadır. İyi deneyimlerin çoğunlukta olduğu ilişkilerde onarıma da meyil daha çoktur. Klein bunu şükran duygusu ile açıklar. Şükran duygusu iyi figürlere ve deneyimlere duyulan güvenle ilişkilidir. Bu her şeyden önce sevilen bir nesneyi kabul etme ve içselleştirme ile ilgilidir (Klein,1957).
İşte bu nedenle ebeveynlerin çocukları için bir hata yaptığında yaşadığı tüm iyi deneyimleri yıkma korkusu gerçekçi değildir. Ebeveyn ve çocuk arasındaki bağ yaşam boyu yeniden ve yeniden kurulan her daim telafiye açık bir bağdır. Ebeveynlerin çocuklarına iyi bakım verme becerilerinde eğer hiç aksama olmasa çocuk yaşamın bir parçası olan hayal kırıklığı ile hiç tanışamayacaktır. Bunun anlamı da şudur: Çocuk kendi düşüncelerini ve içsel kaynaklarını yani içeride daha önceden içselleştirdiği sevgi bağını ve iyi deneyimleri bulamayacak ve güvenli dış dünyayı hatırlamak için hep dışarıya bağımlı kalacaktır. Evet, hayal kırklığı çok acı verir ancak büyümek için varlığı hayatidir.
Konuk Yazar:
Güneş Özen Urcan
Klinik Psikolog, Çocuk ve Ergen Psikanalitik Psikoterapisti, Formasyonda Psikanalist
2006 yılında İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümünü bitirdi. Ardından İstanbul Üniversitesi Uygulamalı (Klinik) Psikoloji Anabilim dalında yüksek lisansını tamamladı. 2008-2015 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim dalında psikometrist ve psikoterapist olarak çalıştı. Bu süre zarfı içerisinde yoğun olarak projektif testler, zekâ ve gelişim testlerini uyguladı. Projektif testler eğitimlerini (Çocuk ve Yetişkin Rorschach, C.A.T, T.A.T, Çocuk Çizimleri Bataryası) Rorschach ve Projektif Testler Derneğinde tamamladı. Yüksek lisans tezi de projektif testler ve psikanalitik psikopatoloji üzerine olmuştur.
İstanbul Çocuk ve Ergen Psikanalitik Psikoterapiler Derneği üyesi ve bu dernek bünyesinde EFPP’ye (European Federation of Child and Adolescent Psychoanalytic Psychotherapy Association) bağlı çocuk ve ergen psikanalitik psikoterapistidir. Tavistock İstanbul Bebek Gözlemi grubunda bebek gözlemini tamamlamıştır. İstanbul Psikanaliz Derneği bünyesinde yetişkin psikanalizi formasyonuna devam etmektedir. Formasyonda psikanalist olarak çocuk, ergen ve yetişkinlerle yürüttüğü klinik çalışmalarını kendi ofisinde yürütmektedir.
Kaynakça
Klein, M (1957) Haset ve Şükran, Çev. Y. Erten, O. Koçak, Metis Yayınları, İstanbul, 1999.
Klein, M (1975) Sevgi, Suçluluk ve Onarım, Yay. Haz. B. Habip, Kanat Kitap, İstanbul, 2008.
Winnicott, D. W.(1958) Kendi Başına Olma Kapasitesi, çev. R. Tükel, Psikanaliz Yazıları 3, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2001,s.21-28.