Ruhsallığın Dili Tutulursa Beden Konuşur: Psikosomatik

İnsanoğlunu tanımlayan en temel iki kavram onun bedeni ve ruhsal dünyasıdır. Beden fiziksel yapıyı anlatırken ruhsallık bu fiziksel yapıya yaşam katan, biricik hale getiren son dokunuş gibidir. Dünyaya gelirken tüm etkileşimlerin bu iki temel alan üzerinden başladığını düşünebiliriz. Annenin ve babanın birlikteliğinden meydana gelen ve anne rahmine yerleşen embriyo, beslenir, büyür; anne ve hatta baba ile alışveriş içerisinde bedenin yanı sıra bir ruhsallık ile de dünyaya gelir. Anne karnında ruhsallığın taşınacağı bir beden inşa olur. Böyle baktığımızda beden ve ruh sağlığının birbiri ile etkileşim içerisinde olduğundan kolaylıkla bahsedebiliriz. Dünya Sağlık Örgütü, “sağlık” kavramını sadece hastalık ve sakatlığın olmaması değil, bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam iyilik hali olarak ifade eder. Bu tanımda bedenen ve ruhen iyilik hali vurgulanmaktadır. Hastalık devreye girdiğinde bu doğal akış kesintiye uğramakta bir maraz ortaya çıkmaktadır.

M.Ö. 400 yıllarında Platon ruh ve beden kavramlarını sorgulamış bedenin hastalanmasının insan ruhu ile ilişkisini araştırmıştır. “Baş olmadan göz, beden olmadan baş tedavi edilemeyeceğine göre beden de ruh göz önüne alınmadan tedavi edilemez.” demiştir. Bütün hasta olunca parçasının sağlıklı olması nasıl imkânsızsa parça sağlıksız olunca da bütünün sağlıklı olarak algılanması zorlaşacaktır.

Yaşam boyu hiçbir fiziksel sebep olmaksızın yaşanan sağlık sorunları olduğu gibi zaman zaman bir hastalığa eşlik eden ruhsal sorunlar da yaşanabilir. Böyle sıkıntılı dönemlerde ya da kişi travmatik bir yaşam olayı ile karşı karşıya kaldığında ruhsal dünya sessizliğe gömülür ve kendini ifade edemezse beden iç dünyanın aracısı olarak devreye girer ve kendince bir dil üretir. Sözcükler donar, dil tutulur ve beden hastalanarak konuşur. Bahsedilen yapı ile tam da ortaya konan psikosomatik işleyiş kavramıdır. Bu kavramı daha iyi anlayabilmek için psikosomatik kelimesinin kökenine bakmakta fayda olacaktır. Yunancadan gelmekte olan “Psike” kelimesi ruh anlamına gelir. “Soma” kelimesi ise beden, vücut anlamını taşımaktadır. Psikosomatik, beden üzerinden yaşanan hastalıkların ruhsallıkla olan bağlantısını bize anlatır. Her insan psikosomatik işleyişe sahiptir ve yaşamının belli dönemlerinde bedensel şikâyetler, hastalıklar yaşayabilir. Bu sorunlar kişinin ve çevresinin dikkatini kendi bedenine yöneltir.

Yaşam akıp giderken kişinin bedeni ve ruhsal dünyası belli bir düzen içerisinde işleyişini sürdürür. Kişinin dikkati bu ikili üzerine pek de yoğunlaşmaz. Bazen gribal bir enfeksiyon, sırt ağrısı, mide sorunları bazen de daha ciddi olarak nitelendirilebilecek sağlık sorunları bu döngüyü kesintiye uğratır. Tam da bu noktada işler değişir. Kişi dikkatini beden ve ruhsallık ikilisine çevirir. Normal akış içerisinde sessizce işleyen organlarımız sanki dile gelir ve bir söz söyleme ihtiyacı içerisine girer. “Birden kendini hastalıkla baş başa bulan birey endişe ve acı gibi ruhsal ve organik bir karmaşanın içinde kalır. Asıl olan da ruhsal ve bedensel olarak bu duruma karşı koyabilmektir.” (İkiz, 2009)

İnsanlar bir sağlık sorunu yaşadıklarında yakınlarının ilgisine ve özenine daha fazla ihtiyaç duyarlar. Hasta kişi için onu sarmalayacak biri ya da battaniye, içini ısıtacak bir kâse çorba, evde dinlenmek bedensel olduğu kadar ruhsal bir onarım için de gereklidir. Sanki yetişkinden çocuksuya bir gerileme gerçekleşir, annenin sağladığı yatıştırıcılığın bir benzeri ev içerisinde oluşur. Bunun yanı sıra hasta kişi için doktora gitmek, muayene olmak, bir doktorun uzmanlığına yaslanmak, doktorun verdiği ilaçlar kadar yatıştırıcı ve iyileştirici özelliğe sahip olur. Beden, ruhsal dünya ve dış dünya üçlüsünün arasındaki bu etkileşim kişinin hastalıkla olan ilişkisini şekillendirir.

Psikosomatik Hastalıklar

Yaşam boyu gerek kendimizde gerekse çevremizde irili ufaklı pek çok hastalıkla karşılaşırız. Tüm bu hastalıkların psikosomatik kökenli olabileceği de düşünülmektedir. Bebekler ve çocuklarda beslenme sorunları, kolikler, uzun süreli uykusuzluklar, alerjiler, astım, kabızlık, ishal, obezite, anoreksi, bulimi ve tekrarlayan enfeksiyonlar bu hastalıkların en başta gelenleri olarak literatürde yer almaktadır.

Yetişkinlerde ise egzama, sedef, astım, mide/bağırsak sorunları, migren, alerjiler ve bunun gibi hastalıklar, psikosomatik hastalıklar olarak düşünülür. Kanser ve kalp rahatsızlıkları gibi ciddi hastalıklar da kimi zaman psikosomatik işleyişle bağlantılandırılmaktadırlar. Bu sağlık sorunları fiziksel olarak tedavi edilseler bile tekrar ortaya çıkabilmektedirler. İşte bu noktada hastalıkların oluşumunu ve devamını etkileyen bir ruhsal dünyanın varlığını bir kenara bırakmamak, sorunu bu açıdan da ele almak iyileşme açısından önem taşır.

Bebeklik Döneminin Ruhsal Dünyadaki İzleri

Yetişkin olsun, genç ya da çocuk olsun kişinin iç dünyası beden üzerinden ifade bulur. Bunu ele alan araştırmacılar farklı teoriler ortaya koymuşlardır. Biz bu teoriler arasında bedenin geliştirdiği dilin bebeklik dönemindeki izlerini süreceğiz.

Bebeğin ruhsal dünyası anne karnından itibaren inşa olmaya başlar. Ruhsal dünyanın sağlıklı olarak gelişimini tamamlayabilmesi için önemli değişkenlerden biri annenin bebeğine sağladığı güvenli çevre koşulları olacaktır. Winnicott (1987), yeni doğan bebek ile annenin sanki bütünmüş gibi hissettiğinden bahseder. Bebek dış dünyayı annesi ile olan bu güçlü bağ yoluyla deneyimlemektedir. Eğer bu dönemde, ihtiyaçlar yeterli düzeyde karşılanabilirse bebeğin gelişimi beklendik bir şekilde sürecek; bebek, annesinin kucaklayıcılığı ve kapsayıcılığıyla bireyselleşmeye hazırlanacaktır. Anne hem yaşamına hem de bebeğine yatırım yapabiliyorsa, örneğin çok mutsuz, çok endişeli, huzursuz ya da depresif değilse bebek de annenin canlı dünyasında yerini bulur, hayata kolaylıkla bağlanır. Gerilim yaratan durumlarla daha kolay baş eder. Bütün bunlar olup biterken bebek iç dünyasını ve zihinsel işlevlerini tasarlamaktadır. Yakın, hatta bir bütünlük içeren bu anne bebek etkileşimi sürerken bebek zamanla kendisi ile ötekinin ayrımını yapmaya, karşısındakinin dilini anlamaya başlar. Yavaş yavaş sözcük tasarımlarını oluşturur. Marty (2012), sözcük tasarımlarının bebeğin annesi ile olan etkileşiminden doğduğunu söyler. Bu sayede bebek dış dünya ile kuracağı iletişimin temellerini atmaktadır. Tüm duygular; heyecanlar, kaygılar, korkular, kızgınlıklar, arzular sözcüklerle karşılıklarını bulur, söze dökülür. Çocuğun kendini ifade edebilmesi açısından geliştirdiği bu dil büyük değer taşır.

Bu dönemde bebeğin ifade edilmeye başlayan iç dünyasının, ebeveyn tarafından fark edilmesi, anlaşılması ve aynalanabilmesi onun gelişimini destekler. Örneğin uyumakta olan bir bebek düşünelim. Gece bebeğin uykusu bölünebilir ve uyanabilir. Yatağında tek başına uyanmak bebekler için kimi zaman endişe verici olabilir ve annenin dokunuşuna ihtiyaç duyarlar. Gece uyanan ve endişe ile ağlayan bebeğin çağrısını duyan ve onu yatıştırıcı bir şekilde kucaklayan ebeveyn bebeği güvende hissettirecek, bu endişe ile onu yalnız bırakmamış olacaktır. Annesi tarafından ihtiyacı fark edilemeyen bir bebek ise kendi ile baş başa kalacak, hem fiziksel hem de ruhsal yatıştırılmaya duyduğu ihtiyacı kendi kendine gidermeye çalışacaktır. Aynalayıcı ve yatıştırıcı olan ebeveynin varlığı yeterince hissedilmeyince bebek farklı bir çözüm üretme yoluna gidecek ve bedensel tepkilerle kendini ifade etmeye başlayacaktır.

Bebek bedeni, tüm gerilimler, tüm hazlar beden üzerinden yaşandığı için psikosomatik bir yapı olarak düşünülebilir. Acıkınca midesindeki gerilimi hisseden bebek ağlar ve annesini kendisini doyurması için davet eder. Gazı olan bebek yine bedeninde hissettiği acı ile ağlayarak annesinden ya da babasından yardım ister. Bedenindeki gerilim azalınca rahatça uykuya geçer. Bu yardım isteğine zamanında cevap veren ebeveynler bu bedensel acı ile bebeği baş başa bırakmamış olurlar. Aynı zamanda bu fiziksel huzursuzluğun yarattığı ruhsal gerilimi de yatıştırırlar. Bebek yapısı gereği beden yoluyla kendini ifade ederken bu ihtiyacın cevap bulması bedeni sağlıklı bir şekilde yatıştırır.

Temel bakım veren kişinin duygusal durumu, yaşama yaptığı yatırımı canlılık içeriyorsa, bu durum bebeğin de yaşamla bağını güçlü tutacak, canlı tasarımlar oluşturmasını sağlayacaktır; ama bu durumun tam tersi meydana gelirse, yani bebek yoksunlukla yoğun bir şekilde karşı karşıya kalırsa; dış çevreye olan yatırım çekilerek bedensel ifadelere yöneltilecektir. İşte bu mekanizma psikosomatik işleyişin temellerini oluşturacaktır.

Çocuğun Beden Üzerinden Kendini İfade Edişi

Bu noktada biraz da bedenselleştirme kavramından bahsedelim. Özellikle çocukluk çağında duygusal dünyanın beden üzerinde sahne aldığından bahsetmiştik. Çocuk duygusal dünyasındaki sıkıntıları birtakım sağlık sorunlarına ya da belirtilerine dönüştürür. Bebeklik, çocukluk ve ergenlik psikosomatiği, yetişkin psikosomatiğinden farklılaşmaktadır. Buradaki temel farklılıklardan biri çocuğun henüz gelişimini sürdürüyor olması ve zaten birçok anlamda kendini bedeni üzerinden ifade etmesidir. Bu nedenle sıkıntılar, kaygılar, korkular, kızgınlıklar yetişkinlere nazaran daha yoğun bir biçimde beden yoluyla ortaya konur. Çocuğun kendini ifade etme becerisi geliştikçe bedenselleştirme ihtiyacı da azalır. Bebeklik ve çocukluk çağında varlığını hissettiren bedenselleştirme, erken dönemde yaşanmış bazı engeller nedeni ile yetişkinliğe taşınabilir ve psikosomatik işleyişe bir temel oluşturabilir.

Bedenselleştirmeye verilebilecek en yakın örneklerden biri okul çağındaki çocukların sık sık reviri ziyaret edişleridir. Kimi çocuk böyle bir ihtiyaç duymazken, kimisi baş ağrısı, mide bulantısı, halsizlik gibi nedenlerle revire, okul doktoruna ya da hemşireye sığınır. Acaba bu mekân çocukların iç dünyasına; annenin yatıştırıcı, iyileştirici tarafının bilinçdışı bir temsili olarak mı yansımaktadır?

Mide bulantısı ya da karın ağrısı ile sağlık birimine başvuran bir öğrenciyi düşünelim. Böyle bir durumda gerekli yardım alındıktan sonra ve sağlık görevlileri tarafından herhangi bir sağlık sorunu olmadığı tespit edildiğinde sorulması gereken önemli bir soru “Herhangi bir fiziksel sağlık sorunu olmaksızın mideyi bulandıranın ne olduğudur?” Yani nasıl bir duygusal durum mide bulantısını tetiklemiştir? Ebeveynlerin bu tarz belirtilerin alt okumalarını yapması, çocuğun anlaşıldığını hissetmesi açısından değer taşımaktadır.

Psikosomatik farklı şekillerde günlük dilde de yerini almıştır. Sıkıntısı ya da huzursuzluğu hissedilen kişilere söylenen “Bir karın ağrısı var.” deyimi düşünülecek olunursa, buradaki karın ağrısı sağlık sorunu niteliğinden çıkmış artık ruhsal dünyanın ya da o an yaşanan dertlerin bir ifadesi olmuştur. Bu durum gibi bazı sağlık sorunları ya da bedensel semptomlar da iç dünyadaki bir gerilimin ifadesi olarak bedenselleşirler.

Anne ve babaların çocuklarının hastalıklarına karşı aşırı hassasiyetleri çocuğun yeni belirtiler göstermesini tetikleyen bir etki oluşturabilir. Çocuğun bedeninin konuşması ebeveynlerin dikkatini çocuğun sağlığı üzerine toplar, çocuğu ile ilişkisinde ebeveyn onu iyi edecek kişi rolüne geçer, aradaki bağ anne-baba-çocuk ilişkisinden, doktor hasta ilişkisine dönüşür. Çocuk annesi tarafından sürekli bakılan, bakım gösterilen olur. Buradaki önemli unsur anne ve babaların çocuklarının yaşadığı sağlık sorunlarına yaptıkları bilinçdışı yatırımlardır. Bakan-bakılan ilişkisine yapılan aşırı yatırım, gelişimi sırasında çocuğun ihtiyaç duyduğu hareket alanını daraltır (Zabçı, 2005). Örneğin, astım tüm yaşam dönemlerinde görülebilecek sağlık sorunlarından biri olarak bilinir. Solunan hava akciğerlere rahatça ulaşamıyordur. Bu tür belirtilerden yakınan bir çocuğun nefes alamaması ihtimali, anne baba çocuk ilişkisinin tam da merkezine oturur. Hem sorunu yaşayan çocuğu hem de anne babayı sürekli tetikte tutar. Belki de zamanla bu durum anne baba çocuk üçlüsünü nefes aldırmayacak bir konuma taşır, aile dinamiği hastalık etrafında şekillenir.

Ergenlik: Beden ve İç Dünya Yetişkine Dönüşürken

Bebekler ve çocuklar psikosomatik işleyişten çok bedenselleştirme yolluyla iç dünyalarını dengelerler. Peki ya ergenler? Ergenlik denince bedensel değişim ve dönüşümden bahsetmeden geçilemez. Bu kaçışı olmayan gelişim sürecinde yetişkin bir bedenin inşası gerçekleşmektedir. Aynı zamanda ergen gelecekteki kendini, benliğini tasarlamaktadır. Beden hızla büyümektedir. Kız ve oğlan çocuğundan kadın ve erkek cinsiyet rollerine dönüşülür. Bu nedenle ergenin bedenine ilgisi oldukça yoğundur. Tıpkı bir kâşif gibidir. Bu keşif heyecanına kaygılar, endişeler de eşlik eder. Bir bebek ya da çocuk kadar bedensel dille ifadeye ihtiyaç duymasa da ergen de zaman zaman bedeniyle söz söyler.

Özellikle ergenlik döneminde sıklıkla rastlanılan beslenme sorunlarını düşünelim. İnce beden hastalığı olarak da ifade bulan beslenme bozukluğu yaşayan anoreksiya ve bulumia nervoza ergenler… Bu sorunsal, hızlı dönüşümün ergenin iç dünyasına getirdiği pek çok yeniliğe karşı duyulan endişenin, belki bedeni en çok acıtan ifade biçimidir. Sanki büyümeye bilinçdışı bir başkaldırı gibidir. Zayıflık, bedeni çocuksu halde bırakır. İç dünyadaki çölleşmenin dışa vurumudur. Burada da güvenliği sağlayamayan, sınır koymakta ve mahremiyet sağlamakta zorlanan ya da tam tersi hiç alan bırakmayan, özerkleşmeye fırsat tanımayan, gencin çocuksuluğuna daha çok yatırım yapan ebeveynlerin etkisi söz konusudur. Bu tutumlar nedeni ile genç, kendi bedeninin semptomlarına yaslanarak bir çözüm yolu üretmeye çalışmaktadır; ancak bu yolla hayatta kalabilecektir.

Son Söz…

YALNIZLIK ŞİİRİ

Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım
Bu gece dağ başları kadar yalnızım
Çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından
Dudaklarımda eski bir mektep türküsü
Karanlıkta sana doğru uzanmış ellerim
Gözlerim gözlerini arıyor durmadan
Nerdesin?

– Atilla İlhan (1998)

Ruhsal dünya ve bedenin birlikte ürettiği bir dil olarak ele alınan psikosomatik sorununa, iç dünyanın tercümanı gibi düşünebileceğimiz simgesel dilin ustası şair Atilla İlhan’ın yalnızlıktan bahseden şiiri ile nokta koymak yerinde olacaktır. Peki, bu sorunsalda bize yalnızlık hissini çağrıştıran ne olmuştur? Bedene konuşma ihtiyacını duyuracak önemli değişkenlerden birinin, bebeklik çağında maruz kalınan yalnızlık hissi olduğundan bahsetmiştik. Bebeğin yaşama yatırım yapmasını kolaylaştırıcı en önemli bağ da aynalayan, kapsayan, tutan ve dayanak oluşturan anne-baba çiftiydi. İşte bu aynalama gerçekleşmediğinde tıpkı İlhan’ın şiirinde bahsettiği gibi yalnızlık sorunsalı ile birlikte kişi kendi başına bir dil üretir.

İlhan şiirinde yalnızlıktan yakınırken bir yandan da karanlığın ihtişamından bahseder. Artık yalnız başına olan, bu ihtişamlı karanlıkla da yakından ilgilenmektedir, bir başına bir türkü yakar ve beklenene “Neredesin?” diye sorar. Sanki bir bebeğin ebeveynlerine duyduğu ihtiyaçtan yola çıkarmışçasına… İnsan bedeni, işte bu “Neredesin?” sorusuna yanıt alamayınca, yani karşısında yatırım yapacağı bir nesne bulamayınca ya da kendi kendine bu nesneyi tasarımlayamayınca ruhsallığın dili tutulur, beden konuşur. Kaçınılmaz ki bedenin konuşması da dile göre daha sancılı ve ağrılı bir konuşma olur.

Yazan:
Funda Tezer
Uzman Psikolojik Danışman