Ruhun Esnekliği

“Umut, ‘beklemekte olan arzu’dur… Daha iyiye doğru bir gelişme arzusunu içerir; insan bunu bazen hayaller kurarak, bazen de arzulanan hedefe yönelik, birtakım küçük eylemlerde bulunarak yapar. Böylesi bir cürette bulunmak için de ancak temel güven hissine sahip olmak gerekir.”

– Erik H. Erikson

Yaşamın insanoğlunun karşısına getirdiği zorluklar karşısında dayanabilmek nasıl mümkün olur? Kimler zorluklar karşısında pes etmez, yılmaz, yıkılmaz ve devam edebilir? Hangi koşullar çocukları zor bir deneyimle baş edebilmeleri için hazırlar? Tüm bu sorular, anne babaların zihnini zaman zaman, özellikle de aile veya çocuk bir zorluk ile karşılaştığında meşgul eder. Anne babalar o anda çocuklarının yıkılmadan devam edebilmesini, umutlanabilmesini, denemek için istek duyabilmesini, o zor duruma dayanabilmesini, gelecekle ilgili yeni tasarımlar yapabilmesini bekler. Zor durumdan çıkıp yaşamdan yeniden zevk alabileceğini hissetmesini, dayanıklı olmasını isterler. Araştırmalarda bu beceriler yılmazlık, esneklik, dayanıklılık, kendini toparlama gücü olarak ele alınır.

Türk Dil Kurumu’na (TDK) göre dayanıklı “Dayanabilen, sağlam, güçlü, mukavim, zorlu, stabil” ve “Acılar karşısında dayanma gücünü yitirmeyen, sağlam, dayanıklı, metîn” olarak ifade edilirken esneklik ise “Bir dış gücün etkisi altında uzama, kısalma, eğrilme vb. biçim değişikliklerine uğradıktan sonra, etkinin kalkmasıyla eski biçimini alabilme özelliğinde olan, elastik, elastiki”, “değişik yorumlara elverişli”, “görüş ve tutumlarında katı olmayan”, olarak açıklanmıştır. TDK Sözlüğü’nde esneklik ve dayanıklı kelimelerini incelediğimizde zor bir durum karşısında sahip olmak istediğimiz tüm özelliklerin sıralandığını görürüz. Son dönemlerde sıkça kullanılmaya başlanan resilient (dayanıklılık-esneklilik) kavramı da arzu edilen bu durumu tanımlamaktadır. Resilient; çabuk iyileşen, kendini çabuk toparlayan anlamında kullanılmaktadır. Seçkin ve Hasanoğlu (2016), “Çocukta Rezilyans” kitabında dayanıklılık kavramını “Olumsuzluklara karşı hazırlıklı olma, stres ve travmayla başa çıkabilme, zor koşullara uyum sağlama, yıkıcı deneyimlerden bir şeyler öğrenerek başa çıkma ve gelişme kapasitesi, hem ruhsal hem de fiziksel esneklik ve dayanıklılıktır.” olarak tanımlar.

Yakın Çevre

Ruhsallığın sağlıklı bir şekilde devam etmesi için bireyin yeni ve zor olan durumu değerlendirebilmesi, yeniden tasarlayabilmesi, farklı çözüm yollarını pes etmeden deneyebilmesi gerekmektedir. Tüm bunları başarabilmesi için de bu becerileri kazanabileceği ortamları yaşamış olması gerekmektedir. Aileler bebeğin yaşamlarına girmesinden itibaren karşılaşabileceği tüm riskleri ortadan kaldırmaya çalışarak onu korumaya özen gösterirler. Bebeklik ve ilk çocukluk döneminde sağlanan bu koruma, zaman ilerledikçe çocuğun hiçbir şeyi kendi başına yapamamasına neden olur. Anne babalar her durumu çözmeye çalışan koruyucu zırh gibi davranmak yerine bu durumu çocuğun çözmesi için fırsatlar yaratmalıdır. Çocuk ancak bu fırsatlar sunulduğunda düşünebilme, yalnız kalabilme ve erteleyebilme kapasitesine sahip olabilmektedir. Bu özellikler insanın yaşamı boyunca zor bir durumla karşılaştığında, dayanabilmek ve yeni yollar deneyebilmesi için gereken özelliklerdir.

Bireyin esnek ve dayanıklı olup olmadığı yaşanacak bir kriz durumu sırasında göstereceği tepkilerle değerlendirilebilir. Bu nedenle hiçbir risk ile karşılaşmamış bireylerin kendi iç güçlerini kullanabilmesi ve kriz durumlarında stratejiler oluşturması da mümkün olmayacaktır. Minik deneyimler olaylar karşısında nasıl davranacağını deneyimlemesine fırsatlar sunarken, zihinsel ve ruhsal kapasitesini de geliştirir. Bu kapasitenin gelişmesi dayanıklılığı ve ruhun esnekliğini sağlayan bir zemin oluşturacaktır. Bu zemin ile zor durumlarla başedebilmek için dayanacak bir yer sunulmuş olur. Bebeğin annenin rahminde oluşmaya başladığı andan itibaren başlayan serüven bu zeminin şekillenmesine katkıda bulunmaya başlamaktadır. Erten (2017), “Bebeğin doğumu ile bakım veren bir çevrenin de oluşması gerekmektedir. İnsan yavrusu dünyadaki tüm canlılardan daha uzun süre bu bakıma ihtiyaç duymaktadır. Bebek ilk zamanlarda bakım verene bağımlıdır. Bu bağımlılık ile annesinin (veya bakım veren kişinin) dış dünyadan ilgisini çekerek tüm ilginin bebeğe tahsil edildiği bir dönem yaşanmaktadır. Annenin sunduğu bu ilişki bebeği alışmaya çalıştığı yeni ortamda koruyucu ve rahatlatıcı yani kapsayıcı olmaktadır. Bebek annesinin gözlerinde değerli olduğunu hissettiği bir ilişkinin içinde özgüven ve yeterlilik duygusunu geliştirmektedir. Bu hem bedensel hem de ruhsal olarak rahatlama yaratmaktadır. Bu süreçte kazandıkları ile bir sonraki sürece hazırlanmaktadır. Annenin bu kapsayıcı yaklaşımı, bağımlı ilişkiden bağımsızlaşmaya doğru yeni bir evreye geçme zamanına hazırlık oluşturmaktadır. Çünkü bir sonraki aşamada bebeğin anneyle yaşadığı bu deneyimden, kendi başına olmaya doğru bir yolculuğu tamamlaması gerekmektedir.” Bu yolculuk annenin bebeğini zaman zaman yalnız bırakabilmesi ile mümkün olacaktır.

Bebeğin yaşamında tanışmaya başladığı bu yalnızlık tamamen bir terk ediliş değildir, minik boşluklar olarak tarif edilebilir. Bebeğin minik yalnızlıklara tahammül edebildiği, (sadece ihtiyaçları için ona eşlik edilen) bir dönem yaşanmaya başlar. Bu minik aralar “anne olmadığında bebekte düşünmenin devreye girdiği süreç” olarak ifade edilebilir. Böylece iç ve dış dünya kavramları da oluşmaya başlamaktadır. Annesi izin verebilirse bebek iç ve dış dünya arasındaki bu geçiş alanında keşifler yaparak gelişimini bağımsızlaşmaya doğru sürdürür. Boşluk ve belirsizlikler yaratıcılığın ortaya çıkmasını teşvik eden bir zemin oluşturur. Kendi keşifleri bebek için kıymetli olur, o boşluğu doldurabilmiş olması da annenin yokluğunu telafi edebilmiş olmasından dolayı iyileştirici olmaktadır. Anneden ayrı olma kaygısını yatıştırabilen bebek güçlenir. Bu süreç zihinsel ve ruhsal kapasitenin oluşması için gereken zemini oluşturmuş olur.

İhtiyaçlarına eşlik edilen bu bağımsızlaşma süreci sunulamadığında, bebek için minik boşluklar (geçiş alanı) sağlanmamış olur. Bu süreç bebeğin bağımlılığını sürdürmesine neden olacaktır. Bağımlılığı sürdüren bir ilişki içinde düşünmeye çok ihtiyaç kalmaz. Düşünme için desteklenemeyen bebeklerin, çocukluk ve okul çağı dönemlerinde keşfetme ve merak sürecinin daha uzun süre desteklenmesi gerekecektir. Yukarıda sözünü ettiğimiz bebeğin bağımsızlaşma ve öğrenmeye ilgi duyma süreci anne ve yakın çevresi (ebeveyn, çekirdek aile, mahalle ve okul) ile gelişir. Bağımsızlaşma ve düşünme becerilerinin gelişmesi, dayanıklılığını, ruhunun esnekliğini sağlayan önemli unsurlar olacaktır. Bu minik baş edebilmeler, yaşamında karşılaşacağı zor durumların deneyimlenmesi gibidir. Ruhsal esnekliği oluşturmaya başlar, zor olanla baş ettikten sonra keyifli ve huzurlu olana ulaşabilme, umutlanmayı da birlikte getirir.

Psikososyal Gelişim

Bebeğin/çocuğun yakın çevresi ile kurduğu ilişkileri ve kazanımlarını Erikson’un (1997) psikososyal gelişim kuramı ile ele almak mümkündür. Psikososyal gelişim kuramına göre bebeklikte “temel güven”, erken çocukluk döneminde “özerklik”, oyun çağı çocuğunda “inisiyatif kullanabilme” ve okul çağı çocuğında “azim” geliştirilecek önemli görevlerdir. Geliştirilen her görev bir beceri kazanılmasını sağlayacaktır. Okul çağı dönemi sonuna kadar oluşacak “temel güven – umudu”, “özerklik – iradeyi”, “inisiyatif kullanabilme – amaç edinmeyi”, “azim – yetkinliği” beraberinde getirecektir. Bu gelişim basamakları çocukluk döneminden sonra da yeni görevler ile devam edecektir. Ergenlik döneminde “kimlik- bağlılığı”, genç yetişkinlikte “Yakınlık kurma-sevgiyi”, yetişkinlik döneminde “üretkenlik – içtenlikli ilgiyi”, yaşlılıkta “içsel bütünlük- erdemi” oluşturacaktır. Bu kuram ile Erikson gelişim basamaklarının her birinin bir sonrasına temel oluşturduğundan bahsetmektedir. Bireyin yetişkinlikte sağlıklı bir ruhsal denge kurması da bu şekilde kolaylaşmaktadır.

Erikson (1997), “Umut, ‘beklemekte olan arzu’dur… Daha iyiye doğru bir gelişme arzusunu içerir; insan bunu bazen hayaller kurarak, bazen de arzulanan hedefe yönelik, birtakım küçük eylemlerde bulunarak yapar. Böylesi bir cürette bulunmak için de ancak temel güven hissine sahip olmak gerekir.” demektedir. Aslında temel güven hissi çaresizlik anında teselli olabilme ve umutlanabilmeyi sağlamaktadır. Kriz sonrası baş edebilme becerileri arasında birinci sıralarda umut edebilmenin olduğunu düşünürsek ruhun esnekliğini teselli olabilme ve yeni umutlar hayaller oluşturabilme olarak da tarif etmek mümkün olacaktır.

Kendini Toparlama Gücü

Klein (1992), yazdığı makalede her çocuğun dünyayı keşfetme arzusu ile doğduğu önermesinde bulunarak buna “Bilme Dürtüsü” adını verir. Yaşamın ilk aşamalarındaki bu merak anneye, sonrasında yakın çevresine ve yavaş yavaş dış dünyaya açılır. Bu dışa açılma, öğrenme arzusunun temelini oluşturur (Aktaran Youell, 2006). Bilme dürtüsü ile dış dünyaya açılabilen bireyler zorluklarla karşılaştıklarında öğrenme arzusu ile durumu daha kolayca değerlendirebileceklerdir. Youell (2006) yeni şeyler keşfetme becerisinin kazanılmasında yakın çevrenin öneminin altını çizer. Öğrenme ilişkileri kitabında “Okul, diğer tüm organizasyonlardan daha fazla, öğrencilere kendi öğrenme kapasitelerini göstermek zorundadır.” der. Okul, kuralları ve akademik alanda çalışmalar yapabilmesi için ortam yaratması ile öğrencileri dengeli bir gelişmeye teşvik etmektedir. Bu teşvik bireyin baş edebilme becerilerini geliştirmesine katkıda bulunur.

Çocukların ve ergenlerin olumsuz yaşam durumlarıyla karşılaştıklarında onlara yardımcı olacak “dayanakların” sağlanması için Henderson ve Millstein tarafından ifade edilen “6 strateji modeli”, okulun kendini toparlama gücünü nasıl kazandıracağını tarif etmede yol göstericidir. (Aktaran Terzi 2007) Bu modelde “Çocukların ve ergenlerin yaşamlarında riskin etkilerini azaltmak ve kendini toparlama gücüne doğru gelişmelerini sağlamak için altı temel strateji önerilmektedir.

  1. Bağlanmayı Arttırma: Bireyler arasındaki iletişimi artırmayı içermektedir. Öğrencilerin arkadaşları, öğretmenleri ve diğer yetişkinler tarafından kabul görmesi, önemli işler yaptıklarını bilmeleri ve değerli olduklarını hissetmelerini sağlayacak ortamlar oluşturmak hedeflenir.
  2. Açık ve Sürekli Sınırlar Oluşturma: Öğrencilerden beklenen davranışları yönelik okul politikasını ve uygulamalarını oluşturmayı içerir.
  3. Yaşam Becerilerini Öğretme: İşbirliğini, çatışma çözme becerilerini, iletişim becerilerini, problem çözme ve karar verme becerilerini kazandırmayı içerir.
  4. İlgi ve Destek Sağlama: Mutlak olumlu saygıyı ve cesaretlendirmeyi içermektedir. Kişinin destek alacağı bireyler sadece aile üyeleri değil, öğretmenleri, komşuları, arkadaşları da olabilmelidir.
  5. Yüksek Beklentiler Oluşturma: Öğrencilerin çabalarını ve ümitlerini belli bir amaca yöneltmelerine, akademik başarı için yüksek ama gerçekçi hedefler belirlemelerine, “yapabilirim” duygusunu geliştirmelerine, destekleyici ve yapıcı geribildirimlerle ne düzeyde olduklarını fark etmelerine yardımcı olmayı içermektedir.
  6. Anlamlı Katılım İçin Fırsatlar Sunma: Öğrencilere, problem çözme, karar verme, planlama, amaç belirleme, yardım etme için fırsatlar sunmayı içerir.

“6 strateji modeli” ile ele aldığımız kendini toparlama gücünün kazanılması için okulun bu teşvik edici yapısı, Erikson’un modeli ile açıkladığı psikososyal gelişimde de önemli bir rol üstlenmektedir. Ebeveynin okuldaki süreçlerde çocuğunu desteklemesi bu nedenle önem kazanmaktadır. Çocuğundan ayrılamayan ve onunla birlikte okul yaşamının içine nüfus etmeye çalışan ebeveynler çocuklarının bu ortamdan edinebileceği kazanımları da engellemiş olmaktadırlar. Ödevini onun yerine yapmak, yaşadığı her sorun durumunda onun yerine dâhil olup çözmeye çalışmak, çocuğun kendini toparlama gücünü kazanmasına da engel teşkil edebilmektedir. Ebeveynin çocuğun okul yaşamında yalnız başına baş edebilmesine izin verememesi sonucu bilme dürtüsü ve merak yok olurken, çocuğun sorumluluk almaktan uzaklaşması da söz konusu olmaktadır. Ebeveyn ile çocuk arasındaki bu ilişki o an iki taraf için de rahatlatıcı olurken, uzun vadede çocuğun baş edebilme becerilerini yok edebilmektedir.

Yeni Yollar Keşfetmek

Çocuklar anne babaların karşılaştıkları zorluk durumları ile başedebilme şekillerinden etkilenmektedir. Argun (2005) göre “Anne babaların öğrenilmiş güçlülük düzeyleri ile çocukların duygusal davranışsal güçlülüğü ve kendilik algıları arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişkiler olduğu anlaşılmıştır. Bu nedenle anne baba ve eğitimcilerin, çocukların davranışsal, duygusal güçlülüğü ve kendilik algısını yükseltmek için anne babaların da eğitim düzeylerinin yükseltilmesi gerekir.” Aileler zaman zaman iflas, kayıp, doğal afet veya terör gibi krizlerle karşılaşabilirler. Yaşananları paylaşarak, çözümler için konuşarak ilerleyebilen aileler bağlarını güçlendirmekte, sonraki yaşam için umutlanmayı da kolaylaştırmaktadırlar.

Her bireyin baş etme mekanizmalarında farklı ihtiyaçlardan bahsedebiliriz. Lahad (1997) ve ekibi travma sonrası baş etmeyi sağlayan kanalların neler olduğunu araştırmışlar ve ortaklanan bazı baş etme yolları olduğunu tespit etmişlerdir. Yaptıkları bu araştırma sonrasında yürüttükleri çalışmalarında tespit ettikleri bu kanalların başka kişilere de öğretilmesi kişilerin travmatik yaşantıları ile baş edebilmelerini kolaylaştığını bulmuşlardır. Bu başa çıkma kanallarını; Belief (İnanç), Affect (Duygu), Social (Sosyal), Imaginative (İmajinasyon), Cognitive (Bilişsel), Physiological (Fiziksel) olarak gruplandırmışlar ve BASIC-Ph olarak isimlendirmişlerdir.

  • Belief (İnanç) kanalını kullanan bireyler, dine, değer sistemlerine, kendine, bilim adamlarına, aile sistemine, ülkeye, siyasi ideolojilere, doktor, psikolog vb.kişilere inanarak içinde bulundukları durum ile baş etmeye çalışırlar.
  • Affect (Duygu) kanalını kullanan bireyler; korku, üzüntü, öfke, sevinç, şaşkınlık, çaresizlik, suçluluk gibi tüm duygularını mümkün olduğunca dile getirmeye, başkalarıyla paylaşmaya çalışırlar.
  • Social (Sosyal) kanalı kullanan bireyler; insanlarla bir arada olma, kendini bir gruba ait hissetme, gruptan destek alma, destek verme, rolünün(pozisyonunun/ durumunun) gereklerini yerine getirerek bulunduğu zor durumla baş etmeye çalışırlar.
  • Imaginative (İmajinasyon) kanalı kullanan bireyler; hayal gücünü çalıştırıp, yaratıcı çözümler bulmaya, resim yapma, yazı yazma, mizaha başvurma, sanatla ilgilenmeyle baş etmeye çalışırlar.
  • Cognitive (Bilişsel) kanalı kullanan bireyler; durumla ilgili gerekli bilgileri edinmek, problem çözmeye çalışmak, alınacak önlemleri düşünmek, iç konuşma yoluyla kendini telkin etme, olumlu düşünceler, mantık yürütme, plan yapma yolu ile baş etmeye çalışırlar.
  • Physiological (Fiziksel) kanalı kullanan bireyler ise gevşemeye yönelik bedensel hareketler yapma, hareket etmek, dans etmek, iş yapmak, düzenli-yeterli uyku, dengeli beslenme ve sağlıklı olmayı sağlayacak şeyler yaparak baş etmeye çalışırlar.

Baş etmeyi ve yeniden toparlanmayı sağlayan bu kanalların bir veya birden fazlasının tercih edilmesi mümkündür. Duyguların ifade edilmesi, hayal gücü ve yaratıcılık çocukların daha çoğunlukla kullandıkları ve baş etmeyi kolaylaştıran yollardır diyebiliriz. Baş edebilme mekanizmalarının kişiden kişiye farklılıklar gösterdiğini bilmek de önemlidir. Aynı aile içinde farklı yöntemler ile başedebilen bireyler olabilir. Biri bilgi edinme, plan yapma gibi bilişsel süreçlerini kullanırken diğeri üzüntülerinden, korkularından bahsederek duygularını ifade eden bir süreç ile baş edebilmektedir. Aile içindeki bu çeşitlilik içinde çocukların yeni yollar öğrenmeleri mümkün olacak, kendi başedebilme yollarını oluşturacaklardır. Her birey bu yeni yolları farkedip deneyerek kendisinde de geliştirebilir. Bu nedenle ailelerin karşılaştıkları kriz durumları sonrasında, travmatik etkilerini birlikte aşmak için çaba göstermesi çok kıymetlidir. Ailelerin bu tutumu çocukları için baş edebilmelerini kolaylaştıran, iyileştiren, dayanıklılığı arttıran, ruhu esnekleştiren bir etki yaratacaktır.

Yazan:
Demet Uysal
Psikolog