Sırlar

“Sır tutamaz gökler,
Anlatırlar her şeyi tepelere,
Tepeler meyve bahçelerine yetiştirir,
ve onlar da nergislere…”

– E. Dickinson

Son yıllarda giderek artan bir şekilde hemen her yerde sıkça gördüğümüz kelimelerden biri “sır”. Gazeteler sürekli bir sırrın açığa çıktığı haberlerini manşetlerine taşıyor, yayınevleri ise okuyucusuna önemli ve sanki kimsenin bilmediği sırlar vereceği müjdesini reklamlarına yansıtıyor. “İyi anne baba olmanın sırları”, “Başarılı olmanın sırları”, “Evrenin sırları”, “Tarihin sırları”, “Mutfak sırları” bu örneklerden sadece birkaçı. Kişisel sırlar ise aynı şekilde hayatımızda önemli bir yer edinir. Söz konusu olan bu kadar önemli bir kelime ise elbette kaçınılmaz olarak bazı sorular da gündeme gelir ve bu soruları sormak gerekir. Sır nedir? Neden sır tutarız? Neden sırrımızı bir başkasına veririz? Bir sırra sahip olmak ne anlama gelir? Peki ya hiç sır tutamamak nedir? Tüm bu sorulara bir yanıt aramak, biraz bilinmeyen topraklarda yürümek gibi olsa da sırrın karanlık yönünü aydınlatacak, insan ruhsallığında ne anlama geldiğini anlamamıza yardımcı olacaktır.

Sır kelimesi duyulur duyulmaz insanda bir merak duygusunun uyanmasına neden olur. Bu merakın sonunda saklı olan, gizli olan, yani sır olan açığa çıkarılmaya çalışılır. Sır doğası gereği hem saklı kalmak ister hem de ortaya çıkmak, açık olmak. Ona sahip olmak hem arzu uyandırır, hem de korkutur. Aynı şekilde sır karşısında yaşanılan duygular da değişkenlik gösterir. Bir sırra sahip olmak mutlu eder, özel hissettirir, paylaşılan kişilerle özel bağlar kurulmasına neden olur, yani yakınlaştırır. Öte yandan sır öfke, kızgınlık gibi duygulara da kapı açar. İşte sırrın tüm zorluğu da buradadır. İnsanı bir çelişki yumağı içinde bırakır.

Sır sözlüklerde “Varlığı veya bazı yönleri açığa vurulmak istenmeyen, gizli kalan, gizli tutulan şey” ve “Aklın erişemediği, açıklanamayan veya çözülemeyen şey, giz, gizem” olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca “Bazı nesnelere parlaklık verme, dış etkilerden koruma, sızmalarını önleme vb. amaçlarla sürülen, saydam veya donuk vernik” anlamına da gelmektedir. Örneğin bu nesnelerden birisi de aynadır. Arkasına sürülen sır sayesinde cam parçası aynaya dönüşür. Bir anlamda aynanın yansıtma yapmasını ve işlevini yerine getirmesini sağlayan arkasına sürülen sırdır. Öyleyse insana insani bir özellik veren, onu biricik, özgür ve zengin kılan da kendisine ait sırlardır. Sır, aynayı ayna, insanı da insan yapar. Peki, ama nasıl?

Bir Sırra Sahip Olmak

“Sırrı olmayan bir şeyin çekiciliği de yoktur.”
– Anatole France

İnsan yaşamı doğduğu andan itibaren tam bağımlı yaşamdan bağımsız bir yaşama doğru gelişen bir serüvendir. Başlangıçta çocuk kendisini annesinin bir devamı olarak algılar. Söz konusu olan anne ile bir bütün olma halidir. İlk olarak fiziksel ayrılık fark edilir. Çocuk kendi bedeninin annesinin bedeninden farklı olduğunu anlar. Bu nokta insanın gelişiminde hayati bir öneme sahiptir; çünkü insanın kendi içsel bütünlüğünü algılaması, ötekinden ayrı olduğunu, yani anneden ayrılmış olduğunu, annenin devamı olmadığını fark etmesiyle olur. Ancak küçük çocukta düşüncenin gelişimi tam oluşmadığından, çocuk hala kimlik olarak anne babanın devamıdır. Tam da bu nedenle anne babasının her şeyi bildiğini, duyduğunu ve gördüğünü zanneder. Bu bir süre böyle devam eder.

Bireysel sırlara sahip olmak kişiyi başkalarından farklı olduğu düşüncesine götürür. (Ferbain aktaran Parman,). Düşüncenin oluşumundaki en temel süreçlerden biri çocuğun kendisinin bildiği ve ötekinin bilmediği şeylerin olduğunu fark etmesidir. Anneler çocuklarına onların tüm düşündüklerini bildiklerini ve okuyabildiklerini söylerler. Fakat ne zaman ki çocuk, kimi düşüncelerinin kendisine kalabildiğini, annesinin düşüncelerini bütünüyle denetleyemediğini görür, ilk sırların tohumu atılır. Çocuğun kendisine saklayabildiği düşünceleri, duyguları vardır artık. Bunları söylemek, ortaya koymak onun seçimidir. Üstelik yalan da söyleyebilir. Böylece iç dünyasının başkaları tarafından doğrudan erişilebilir olmadığını, saydam olmadığını anlar (Parman, 2002). Bu sayede çocuk, hayır demeyi, reddetmeyi, düşüncelerini ve sırlarını istediği zaman kendisine saklamayı öğrenir. Böylece çocuğa ötekilerden ayrı ve farklı bir özne olduğunu fark etmenin yolu açılır. Üstelik her anne babanın istediği gibi özgüvenli ve bağımsız bir birey olmanın yolu…

Bazen de bu süreç farklı yollara sapabilir. Bir sırra sahip olmak neredeyse imkânsız hale gelebilir. Parman, (2002) “Birey Olmanın Zorunluluğu Olarak Sır ve Patolojik Sırlar” adlı yazısında “sır yoksa birey de yoktur” der ve bu duruma en güzel örneğin George Orwell’in 1984 romanı olduğunu söyler. Bir başyapıt olan romanı kısaca hatırlayacak olursak, romanın kahramanı Smith, Gerçeklik Bakanlığı’nda çalışmaktadır. Her akşam yorgun bir şekilde eve dönerken “Abi (big brother) sizi görüyor” afişleri ile süslü sokakları kat eder. Smith eve vardığında, evin her odasında var olan ekranın karşısında bulur kendini. Bu ekran her şeyi görmekte ve duymaktadır. Düşünceleri bile kontrol etmektedir. Bu yeni ülkede tek suç düşünce suçudur. Evindeki ekranın görüş alanının dışında, unutulmuş bir girinti vardır. Burada oturduğunda ekran tarafından görülmemekte ve kendini rahat hissetmektedir ve düşünce polisinin gözünden kaçmış bir kitabı okumaktadır. Düşünülmemesi gerekeni düşünmüş, suç işlemiştir. Düşünce polisi er geç kendisini yakalayacaktır. Çünkü bu yeni ülkede amaç herkesin aynı şeyi aynı biçimde düşünmesi, kimsenin kimseden farklı olmamasıdır. Kendine ait düşüncelere sahip olmak ve bunları saklamak olanaksızdır. İzin verilenin dışında düşünülemeyecek, herkes aynı düşünecek ve giderek var olmak olanaksız hale gelecektir. Birey yok olacaktır. Tıpkı her düşüncesi, her hareketi kontrol edilmeye çalışılan, sürekli müdahale edilen, hiçbir zaman kendine ait bir mahremiyet alanı oluşturulmasına izin verilmeyen çocuklar gibi.

İnsanı özgür kılan şey düşünmek ve konuşmaktır. Düşünmek, konuşmak en önemli insani özelliklerdir. Parman’a (2002) göre insanı konuşan bir robot olmaktan kurtaran, söyleyecekleri arasında bir seçim yapabilmesi, her şeyi söylememesi, bazı şeyleri kendisine saklamasıdır. Kişinin kendisinde var olan bilgilerden, düşüncelerden istediğini istediği kişiye söyleme özgürlüğüne sahip olması hayati bir önem taşır.

Konuşmak bir özgürlükse susmak da bir özgürlüktür. Aynı zamanda insanın mahremiyetidir. Konuşmak özgürlüktür ama aklına her gelenin söylenmesi özgürlük değildir. Aklına her geleni söylemek tekinsiz bir durumdur. Bizler de kendi yaşamlarımızdan az çok biliriz ki, her şeyi anlatan, konuşan insana güvenilmez. Dahası bir gariplik olduğu düşünülür. Oysa sır tutan kişi güvenilirdir. Sır tutabilmek kişiler arası ilişkiler için son derece önemlidir. Schiller, (2016) “En sıkı ve en samimi bağlar, bir sırrın vücuda getirdikleridir.” der. Bir sırra sahip olmak bağ kurmak demektir. Çünkü sır paylaşılır ve paylaşılan bu gizli bilgi etrafında insanları birleştirir.

“Sır” Engel Olduğunda…

Sır bazen de engeldir. Hapseder bizi korkularımıza. Özgürlüğümüzü elimizden alır, bizi hareketsiz kılar. Utanç içinde bırakır hatta yalnızlaştırır. Sırrın ağırlığı taşınamayacak boyutta olduğunda ilerlemek, gelişmek, büyümek hep bir sorun olur. Öyleyse temel sorular şunlardır. Hangi sır yalnızlaştırır? Hangi sır insanı altından kalkamayacak bir yük altında bırakır? Sır ne zaman ve nasıl bir sorun haline gelir?

Bir sırra sahip olan kişinin her şeyden önce sahip olduğu sır üzerinde bir kontrolü vardır. Bu sırrı istediğine, istediği zaman verir. Bilgiyi kullanabilmesiyle ilgili kişinin bir esnekliği ve bir özgürlüğü vardır. Esnekliğin ve kişinin sır üzerine bir kontrolünün olmadığı durumlarda sır kişide bir sıkışmışlık duygusu yaratır. Özellikle sahip olunan bir sırrı söylemenin kişinin kendisine veya başkalarına zarar vereceğinin düşünülmesi bu duruma örnek olabilir. Aynı şekilde aile sırları da kişiyi hareketsiz kılan ve kişinin tüm hayatını etkileyen sırlardır. Ağır gelir. İşte o zaman ruhsallıkta sanki bir çatlak oluşur ve sır bu çatlaktan sızar. Bir şekilde kendini açık eder. Sır bir şekilde dile gelmek ister. Sıklıkla bu sürece şöyle bir cümle eşlik eder: “ Sana bir şey söyleyeceğim ama kimseye söyleme”. Bu durumda paylaşmak neredeyse bir gereklilik, bir ihtiyaç da olsa, sır söylendiği anda bir suçluluk duygusu yaratır. Bu duyguyla baş etmek için kişi bu ve benzeri cümleler kurar. Paylaşımdan dolayı ne kadar suçluluk hissedilse de, yine de bu durum sırrın getirdiği ağırlıktan çok daha katlanılabilir bir haldedir artık. Konuşulamayanı konuşur hale getirmek, düşünülemeyecek olanı düşünmek ve söze dökmek rahatlatır.

Bazı sırlar vardır ki, kişiyi her şekilde bir imkânsızın içine sürükler. Patolojik bir hal alır. Özellikle aile sırları söz konusu olduğunda, yeni kuşakların içinde bulunduğu durum gibi. Aile içindeki bazı kurallar bir sırrın varlığını işaret eder, ama sır bilinmez. Yeni kuşaklar kuralların varlığından dolayı saklanan bir sır olduğunu bilirler ama bu sırrın ne olduğunu bilmezler. Örneğin ailede bir konuda konuşmak yasak olduğunda durum böyledir. Yasağa uyulur ama neden yasak olduğu sorulmaz. Bu durumda sır ağırlığını artırır, hatta çok daha uzaklara, derinlere kök salar, adeta bir kara delik oluşturur. Yapılabilecek tek şey bazen imkansız gibi gelse de konuşmak, bu yükü paylaşabilecek birileri ile ele almak olacaktır.

Anne Baba Çocuk Arasında “Sır”

Anne baba çocuk arasında sır olur mu? Bu özellikle anne babalar açısından cevaplaması zor bir sorudur. Çünkü sır tutmak öteki ile araya bir sınır, bir mesafe koymak demektir. Anne babaların çocukları hakkında her şeyi bilmemeyi kabul etmeleri çok zorlayıcı bir durumdur. Bu duruma çare olarak anne babaların denediği yollar vardır elbette. İlk olarak çocuklara anne babaların ama özellikle annelerin her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu söylenir. Fakat çocuk bilişsel olarak geliştikçe, yalan söylemeyi fark ettikçe, bu söylemin doğru olmadığını anlar. Anne babalar bu sefer ikinci bir yol denerler. Çocukları ile arkadaş olmayı. Çocukları ile arkadaş olduğunu söyleyen anne babaların sayısının gün geçtikçe arttığını biliyoruz. Arkadaş olduğunu söyleyerek anne babalar çocukları hakkında her şeyi bilmeye devam etmek isterler. Hâlbuki arkadaş olmak demek çocuğun anne baba dayanağından yoksun kalması demek, anne baba çocuk arasına hiç mesafe girmemesi, anne baba çocuk arasında mahremiyetin olmaması, tüm sınırların ortadan kalkması demek. Ama aynı zamanda çocuğun hiçbir zaman büyümemesi, kendisine ait bir dünyasının olmaması, özerk ve özgür bir birey olamaması demek. Bazı anne babalar bu yolları dener, yolların bir çıkışı olmadığını görür ve büyüdükçe çocuklarının kendilerinden bilişsel ve ruhsal olarak ayrılmaları gerektiğini kabul ederler. Çocuklarını destekler ve onlara büyümenin yolunu açarlar.

Öte yandan çocuk kendine ait düşüncelerinin ve bu düşünceler üzerinde kontrolünü olmasının getirdiği hazzı yaşamıştır artık. Kendisine ait seçim yapabilme özgürlüğünü denemiştir. Şimdi tıpkı bir oyun gibi bu durumu ele alacaktır. “Sır” aralarında bir oyun olacaktır. Şöyle ki, yakın arkadaşlara sır verilecek, sonra o sır bir başkasına da verilecek, bazen küsmelere bazen yakınlaşmalara neden olacaktır. Bu sır, yani çocuğa ait bu bilgi aslında sevilen bir oyun, oyuncak, birlikte yapılan bir etkinlik gibi çoğunlukla gündelik konulardır. Ancak çocuk hem kontrolü altında olan bir bilgiyi istediği gibi kullanabilme özgürlüğünü deneyimlemekte hem de bu bilginin insanları nasıl yakınlaştırdığı ve bazen de nasıl uzaklaştırdığını görmektedir. Yani kişiler arası ilişkilerle ilgili birçok önemli noktayı da böylece fark etmektedir.

Ergenlikte ise durum çok daha hayati bir önem taşımaktadır. Ergen olmak kendine ait düşüncelerin, isteklerin, hayallerin olması ve bunlara sahip çıkılması demektir. Anne babadan farklılaşmak, birey olmak ve böylece kendine ait bir gelecek kurmak ergenin en önemli uğraş konularıdır. Mahremiyet ergenin en temel ihtiyacıdır. Ergen için sırdaş arkadaşlarıdır. Anne babaların, çocukları ergenlik dönemine geldiğinde en büyük korkuları şöyle dile gelmektedir: “Ya başına kötü bir şey gelirse ve benim haberim olmazsa, ya çok önemli bilgileri benden saklarsa ve zamanında yardımcı olamazsam, ya onu tehlikeli şeylere yönlendiren arkadaşları olursa?” Soruları artırmak mümkün. Cevap ise tek. O da anne babaların çocukları ile olan ilişkiye güvenmeleri, eğer bu ilişki sağlam bir zemine oturmuşsa korkmamaları gerektiğidir. Sınırları ihlal edilmeyen, anne babası ile iletişim içinde olabilen, büyümesine izin verilen ergenlerin zor süreçlerde, ihtiyaç duyduklarında gittikleri tek adresin anne babaları olduğunu söylemek gerekir. Anne babaların bu dönemde yapabilecekleri ergene ihtiyacı olduğu alanı açmaları, yalnız kalmak istediği zamanları ona tanımaları, destek istediğinde ise yanında olduklarını hissettirmeleri olacaktır.

Bir konuya açıklık getirmek, üzerinde biraz daha durmak ve anlaşılır kılmak önemlidir. O da sınırları ihlal edilen, sürekli kontrol edilen, müdahale edilen çocukların bu durumla nasıl başa çıkacaklarıdır. Bazen anne babalar kendi kişisel ihtiyaçları nedeniyle farkında olmadan böyle bir durum içine girebilmektedirler. Bu durumda çocuğun gelişiminde iki senaryodan biri gündeme gelir. İlki, anne baba ile yüzde yüz uyumlu, onunla aynı düşünen, aynı şeyleri isteyen, aynı seçimleri yapan, anne babadan ayrı ve bağımsız bir birey olamayan yapıda bir çocuk. Diğeri ise kendisine hiç alan bırakmayan anne baba karşısında, yalan söyleyerek kendisine bir alan açmaya çalışan çocuk. Yalan söylemek, çocuğun yalnızca kendisine ait bir alan açabilmesinin, kendi sınırlarını koruyabilmesinin yolu olacaktır. Bu yüzden bazı çocukların, bazı ergenlerin sırları çoktur.

Ergenlik döneminde sıkça görülen durumlardan biri de ebeveynlerden birinin ergen tarafından sırdaş olarak seçilmesidir. Ergen kendisi ile ilgili sorun olabilecek bir bilgiyi örneğin annesine, söylediği bilginin aralarında kalması şartı ile sır olarak verilebilmektedir. Sırrın koşulu diğer ebeveynin yani bu durumda babanın bundan haberdar olmamasıdır. Anne baba ergen arasında paylaşımlar olabilir; ancak bunu sır diye adlandırmaya izin vermek sorunlu bir alana kapı açmak demektir. Sırra sahip ebeveyn tek başına sorumluluk almış olacaktır. Anne babaların önemli durumlarda birbirlerini işaret etmeleri, ergene ise önemli durumlarda birbirlerini haberdar edeceklerini söylemeleri hayati bir önem taşır. Çünkü böylece ergen dile getirmese de kendisini çok daha güvende hissedecektir.

Çocuk için anne baba sırdaş değildir. Sırdaş, arkadaştır. Aynı şeyi tersten de söylemek gerekecektir. Anne baba için de çocuk sırdaş değildir. Anne babaların özellikle kendileri ve ilişkileri ile ilgili bilgileri çocukla paylaşması çocuk için ağır bir yük olacaktır. Anne babanın taşıyamayıp paylaştığı şeyi, çocuk hiç taşıyamayacaktır. Yine aynı şeyi tersten söylersek anne baba için de sırdaş arkadaştır. Çocuk değil.

Ve son söz…

Sır kavramını tüm boyutları ile ele almaya çalışırken onun aynı zamanda öğrenilen bir kavram da olduğunu söylemeden geçmek olmaz. Sır tutmayı, bazı bilgileri söylerken bazılarını da kendimize saklamayı, hangi konuların bizim mahremiyetimiz olduğunu önce anne babamızdan öğreniriz. Çocukluğumuzun bu iki önemli kahramanı bize birçok şeyi öğretir. En önemlisi de kendi duygularımıza, düşüncelerimize, hayallerimize ve geleceğimize nasıl sahip çıkacağımızı… Bunu da ancak yaşamda kalarak, kendi yaşamlarına sahip çıkarak yapabilirler. Bir de çocukları için, ünlü psikanalist Winnicott’un sözleriyle “Usluluğu değil, gerçek olmayı takdir ederek.”…

“Fısıldanan sözler, çok kere yüksek sesle söylenenlerden daha uzağa giderler.”

– Atasözü

 

Yazan:
Filiz Torun
Psikolojik Danışman