Nedir yalnızlık? Konu yalnızlık olunca bir tanım yapmak güçleşir ve birçok soru gündeme gelir. Neden bazen yalnızlıktan kaçarken bazen yalnız kalmayı isteriz? Hangi yalnızlık korkutur, hangi yalnızlık acıtır? Yalnızlık nasıl yaşanır? Ne zaman yalnızlık yaşanması güç bir hal alır? Hep yalnız olmayı istemekle, hiç yalnız kalamamak arasında bir fark var mıdır? Tüm bu sorulara yanıt aramaya çalışmak yalnızlığı ifade eden karanlığı biraz olsun aydınlatacak ve belki de yalnızlık daha katlanılabilir olacaktır.
Yalnızlığın tanımı zordur, yaşattığı duygu ağır. Herkes için farklı anlamları olmakla birlikte genel olarak sözlüklerde “Yalnız olma durumu, kimsesizlik, ıssızlık, tenhalık, boşluk” olarak tanımlanmaktadır. Bu kadar olumsuz anlamlarla yüklü olması insanda kaçma hissini doğal olarak uyandırır. Öte yandan yalnızlık, tek başına olabilmek, kendine yetebilmek, bağımsız ve özgür olabilmek, bireyselleşebilmek gibi olumlu anlamları da içerir.
Yalnızlık bazen kaybettiğimiz birinin arkasından yaşadığımız bir duygudur, bazen de kaybedilen sadece bir duygudur, daha önce paylaşılan bir duygu. Kimi zaman dört elle sarıldığımız bir düşüncede ya da inançta çevremizdekiler tarafından anlaşılmadığımızda yaşadıklarımızdır. İçinde bulunduğumuz grup tarafından dışlandığımızda da yaşadığımız duygu yine yalnızlıktır. Huxley, “Vücut bulmuş her ruh yalnızlığa mahkûmdur.” der. Yalnızlığı en yalın haliyle anlatan bu ifade; insanın kendini hissedebilmesi, ne düşündüğünü bilebilmesi, özgür olabilmesi, yalnızca kendine ait eşsiz bir varoluşu yaşayabilmesi için insani bir durum olan yalnızlığını tanıması gerektiğini söyler. Yalnızlık insani bir durumdur ama aynı zamanda insan doğası gereği sosyal bir varlıktır; büyümek, gelişmek ve öğrenebilmek için kişiler arası ilişkilere muhtaçtır. Öyleyse yaşam boyu insanın payına düşen hem yalnızlığını hem de insanlara muhtaç oluşunu kabul etmek olacaktır. Böylece insan, ne kalabalıklar arasında kendini kaybedecek, ne de kendi yalnızlığında kaybolacaktır.
Yalnız Olmak mı? Kendi Başına Kalabilmek mi?
Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.– Orhan Veli Kanık
Tek başına olan biri her zaman yalnız hissetmez. Aksine tek başına kalmak kişinin kendi tercihi olabilir. Örneğin tek başına tatile çıkmayı arzu edebilir ya da yürüyüşe çıkmayı, kitap okumayı, resim yapmayı… Bu durumlar insanın kendi başına olmaktan da keyif aldığı, kendi başına olmak için fırsatlar yarattığı anlardır. Tek başına olabilmek önemlidir; çünkü yalnızca keyif aldığımız vakitler yaratmanın dışında düşünebilmek, ders çalışabilmek, üretebilmek, yaratabilmek için de bir gerekliliktir. İngiliz psikanalist Winnicott’un geliştirdiği bir kavram olarak kendi başına kalabilme kapasitesi ruhsal olgunluk açısından da son derece önemlidir.
Yalnız olmak ise tek başına olmak, tek başına kalmak değil, “kimsesiz” olmaktır. Yalnızlıkta hep bir şeylerin eksikliği hissedilir. Bir anlamda tamamlanma ihtiyacı ortaya çıkar. Tükel, yalnızlıkta acı ve rahatsızlığın eşlik ettiği bir uzaklık duygusu olduğunu, çok sayıda insanla birlikte olup da pekâlâ yalnızlık hissedilebildiğini belirtir. Şöyle devam eder “Yalnızlık hoşnutsuzluk duygularının eşlik ettiği bir ruhsal durum olarak ele alınabilirken kendi başına olabilme, kişinin insanlardan ayrı olup da uzak hissetmediği, hazzı da dışarıda bırakmayan bir varoluş durumu olarak görülebilir. Kendi başına olabilme, bir anlamda uzak değil ayrı, kaybolmuş değil özgür olmaktır.”(Tükel, 2001).
Yalnızlık “hiçbir ilişkinin” olmadığı duygusu, ilişki kurulabilecek hiç kimsenin olmadığı duygusudur. Yalnız iken, birey kendini herkesten yalıtılmış, ayrışmış, tüm duygusal bağları kopmuş gibi algılamaktadır. Sanki etrafında aşılması güç duvarlar örülmüştür. Bu duvarları kendisiyle duygusal bağlar kurabilecek birilerinin varlığı olmadan aşamaz. Kendi başına kalabilen kişi ise kendi isteğiyle etrafına duvar örer ve istediği zaman da bu duvarın dışına çıkar.
Weiss, yalnızlık üstüne yaptığı çalışmalarda yalnızlığın herhangi bir insani iletişimin ya da ilişkinin olmaması olarak algılanmaması gerektiğini belirtmiştir. Yalnızlık, insanı saran, aidiyet ve bağlılık duygularının hissedildiği özel bir ilişkinin olmaması demektir. Weiss, her bireyin yalnızlık deneyiminin birbirinden farklı olduğunu vurgularken, yalnızlığı iki kategori içinde değerlendirmiştir. Duygusal yalnızlık, güvenlik hissi yaşatan yakın duygusal bağlanma figürünün yokluğu veya kaybıyla ilintili olarak yaşanan ayrılma kaygısından kaynaklanırken, toplumsal yalnızlık, toplumsal bir ağ ya da topluluğa ait olmama duygusunun eksikliğinden kaynaklanır. Yalnızlık, rahatsızlık veren ve önemli gereksinimlerin karşılanmadığına dikkat çeken, anımsatıcı bir işlev görür. Bu noktada önemli olan yalnızlığın işaret ettiği bu gereksinimlere odaklanmaktır (Weiss’ten aktaran Aysun, 2010). Ancak bu işaretler sayesinde kendimize ait bir şeyler bulabilir, yalnızlığın oluşturduğu karanlıktan aydınlığa çıkabiliriz. Sessizliği bozacak, karanlığı aydınlatacak ise bir insanın varlığıdır. Canseverin (1997) de dediği gibi “İnsanın insandan başka dayanağı yok. Yalnızlık bile, başka insanların varlığı bilindikçe bir anlama kavuşuyor.”
Yalnızlık bir yağmur gibidir.
Akşamlara doğru denizden yükselir;
Uzak ve sapa düzlüklerden gelir,
Çıkar gökyüzüne, onundur her zaman.
Ve gökyüzünden kente düşer ardından.Yağmur olup alaca saatlerde iner,
Sehere dönerken bütün sokaklar
Ve aradığını bulmadan bedenler,
Bezgin ve üzgün birbirinden kopar;
Ve birbirine nefret dolu insanlar,
Bir yatakta yan yana yatarsa:O zaman akar yalnızlık ırmaklarca….
– Rainer Maria Rilke
Yalnızlığın Yüzleri
“Kendinden kaçanlara saklanacak yer kalmaz dünyada asıl yalnızlık o zaman başlar hayata geç kalmıştır kendine geç kalan…”
– Murathan Mungan
Karanlık ve sessizlik yalnızlığı güçlü bir şekilde anlatan iki metafordur. İnsanın en temel korkuları da karanlık, sessizlik ve yalnızlık üzerinedir. Bazen bu korku öylesine güçlü hissedilir ki bu hissi bir an önce bastırmak en önemli amaç haline gelir. Bastırılan, kendinden bile saklanılan yalnızlık, kalabalıklarla örtülür. Burada anlamlı ilişkiler kurmak yerine, yalnız kalmamak amaçlanır. Kimle birlikte olunduğunun önemi yoktur önemli olan birlikte olmaktır. Hep bir şeylerle meşgul olunur. Zaman zaman durarak, nefes alarak yürümek yerine sürekli koşulur. Koşarken insan ne düşünebilir, ne duygularının farkında olabilir ne de etrafta ne olup bittiğini görebilir. Hız tüm görüntüyü bozar, her şey birbirine karışır.
Gittikçe bireyselleşmenin önem kazandığı, kutsandığı bir dünyada yalnızlık daha da korkutucu bir hal almaktadır. Öyle ki teknolojinin gelişmesiyle birlikte cep telefonu, internet kullanımı ilişkilerin boyutunu değiştirmiş, gerçek ilişkiler yerini sanal ilişkilere bırakmıştır. Facebook, twitter vb. sosyal ağlar ile insanlar sözde yalnızlıklarını doldururken gerçeklik neredeyse tanımını yitirmiştir. Sosyal hayat yerini sanal hayata bırakmış insanlar birbirileri ile gerçekten temas etmez hale gelmişlerdir. Yalnızlık, ondan kaçmaya çalışılırken diz boyu olmuştur.
İnsan neden yalnızlıktan kaçar? Yalnızlığın acı verici bir deneyim olarak yaşanması şüphesiz bu sorunun cevabı olarak yerini alır. Kimsesiz kalmak, dahası kişi için anlamlı duygusal bağların kaybına katlanmak kolay değildir. Diğer yandan yalnızlık, kişinin kendiyle baş başa kalmasına, düşünmesine de neden olacaktır. Düşünmek bir gerçeğin ortaya çıkmasını, görmek istenilmeyenin görülmesini, bastırılmak istenilenin fark edilmesini sağlayacaktır. Örneğin mutlu olunup olunmadığı, istenilen hayatın yaşanılıp yaşanılmadığı, almakta geç kalınan bir karar, fırsat bulduğu ilk boşlukta yani ilk yalnızlık anında kişinin üstüne tüm ağırlığı ile çökecektir. Eğer kişinin bu değişimi ele alacak ruhsal gücü yoksa bu durumda yapacağı tek şey kaçmak olacaktır.
Yalnızlık bazen görünür bazen de görünmez. Başka bir ifadeyle her zaman aynı şekilde aynı biçimde görülmez. Onu kimi zaman koşuşturan bir insanın yüzünde, bazen de kalabalıkların içinde, bazen de mutsuz bir ifadede görürüz. Yalnızlığın yüzleri farklıdır; ancak bazı durumlar vardır ki yalnızlık yalnızca onu yaşayan kişiye değil, tanık olanlara da acı verir. Neredeyse bir ölüm sessizliği söz konusudur. Kristeva’nın (2009) ifadesiyle “Yere sanki çiviyle bağlarcasına” bir hareketsizlik, cansızlık yaşanmaktadır. Bu nokta artık normal olmayan, patolojik bir hal alan, üzerinde farklı durulması gereken bir durumdur.
Peki, neden yalnızlığın yaşanma biçimleri, yalnızlık karşısında yaşanılan durumlar birbirinden farklıdır? Neden yalnızlık üzerine tüm soruların cevapları kişiden kişiye değişir? Her soruda olduğu gibi bu sorulara da daha eskilere gitmeden, yalnızlığın kökenlerine inmeden cevap veremeyiz.
Yalnızlığın Kökenleri
Eğer bir kişi yalnız olmayı beceremiyorsa, başkalarıyla bir arada olmayı da beceremez.”
– Michel Foucault
İnsanın yalnızlığı doğumuyla başlar. Dokuz ay boyunca göbek bağıyla bağlı olduğu tam bir birliktelik ilişkisi içindeyken doğar ve dünyaya gelir. Göbek bağından ayrılmış ve yalnız kalmıştır. Yaşamak için bir başkasına, ona bakan kişiye, annesine muhtaçtır. Anne çocuğun tüm ihtiyaçlarına eş duyumlu bir şekilde yanıt verir, çocuktaki güven gelişimi için bu çok önemlidir. Çocuk anne ile olan bu güvenli bağı içselleştirir. İçselleştirdiği bu yeterince iyi anne sayesinde bebek kendisini şimdi ve gelecekte güvende hissedecektir.
Winnicott’un (2001),“Kendi Başına Olma Kapasitesi” başlıklı makalesinde, “Kendi başına olma kapasitesi” nin, bebeğin ya da küçük çocuğun, annesinin yanında kendi başına oynayabilme deneyimleriyle gelişebildiğini ve ruhsal olgunluk için gerekli olduğunu düşünür. Çocuğun beklediği anneden gelen geribildirimlerdir. Bu geribildirimler “Ben yanındayım ama sen bununla başa çıkabilirsin.” anlamında olduğunda çocuk için geliştirici olacaktır. Bu sayede anne çocuğun bağımsız olarak benlik oluşturmasına izin verecek; ancak terk edildiği duygusunu da yaşatmayacak şekilde desteklemeye devam edecektir. Çünkü annenin görevi, sadece çocuğun gereksinimlerini anı anına karşılamak değil, çocuğun kendi başına durabildiği sakin dönemleri ve yalnızlık deneyimlerini gereksiz uyaranlarla bölmeyerek onun ihtiyacını fark etmek ve yalnızlık deneyimine eşlik etmektir. Zaman geçtikçe çocuk kendisini destekleyen anneyi içine alır ve bu şekilde sık sık anneye ya da annelik işlevini yerine getiren kimseye başvurmadan yalnız kalabilir. Artık çocuğun özgüveni gelişmiştir, annenin ruhsal varlığı onun içinde sağlamlaşmıştır.
Çocuk her bir gelişim evresinde gittikçe bağımsızlaşma ihtiyacı içindedir. Büyümek bir anlamda tam bağımlı bir yaşamdan bağımsızlaşmaya doğru giden bir serüveni ifade eder ve bu nedenle çocuk her bir gelişim evresinde gittikçe bağımsızlaşma ihtiyacı içindedir. Bağımsız zamanlar annenin ya da ona bakım veren kişinin eşliğinde tek başına kalabildiği anlardır. Çocuğun ihtiyacını fark etmek yaşamsal bir önem taşır. Tek başına kalabilen çocuk kendi başına oynayabilen, ders çalışabilen, kendi başına kalabildiği anları yaratıcılığıyla doldurabilen çocuktur.
Bazen de bu süreç farklı yollara sapar. Çocuğa bakan kişinin ihtiyaçları çocuğun ihtiyaçlarının önüne geçer. Çocuğu hiç yalnız bırakmayan, çocuğun kendisinden bir şey talep etmesini beklemeden onun ihtiyaçlarını gideren anne çocuğun bağımsızlaşmasının önüne geçecektir. Bu aynı zamanda çocuğa kendi bireyselliği için alan açmamak, çocuğun düşünme süreçlerinin de önüne geçmek demektir. Bir tür engellemedir. Çocuğun gereksinimlerini ifade etmesine fırsat tanımadan onları karşılamaya çalışmak çocuğu düşünmek yerine eyleme iter. Eylem halinde olmak, tek başına kalamamak, tek başına düşünememek, tek başına çalışamamak ancak sürekli hareket halinde olmak demektir.
Öte yandan çocuk hazır olmadan yalnız bırakıldığında, ihtiyaçları karşılanmadığında yalnız olmayı bir tehdit olarak yaşar, her an hep bir ötekinin varlığına muhtaç olur. Hep görünmek ister, görünmemek sanki var olmamak gibidir. Bu kadar endişe içindeki bir çocuk tek başına yapması gereken hiçbir şeyi yine yapamaz.
Gelişimin ilerleyen aşamalarında, ergenlik döneminde ise yalnızlık başlı başına bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar. Yalnızlık duygusu ergenlik döneminin en temel duygulanımlarından biridir. Her ergen kendini farklı ölçülerde de olsa yalnız hisseder. Kimsenin kendisini anlamadığını, yeteri kadar sevmediğini, herkesten farklı olduğunu bir anlamda dışlandığını düşünür. Yalnızca kendisine ait bir düşünce, bir istek, bir arzuyu oluşturabilmek için anne-babadan uzaklaşmak, bir kimlik bulma uğraşında yalnız olmak durumundadır. Bunu yaparken kendine ait alanlar yaratmak ister, odasına kapanır, kendi dünyasına çekilir. Ergen bu tek başına olduğu süreçte kendi ile ilgili keşiflerde bulunacak, yeterliliklerini fark edecek, içsel zenginliğini dışarı taşıyacaktır. Bu süreç aynı zamanda kaygı, şüphe, acı ve gerilime neden olma ihtimali de taşımaktadır. Anne babaların bu dönemde yapabilecekleri tıpkı küçük bir bebeğe, çocuğa yaklaştıkları gibi yaklaşmaları yani ergene ihtiyacı olduğu alanı açmaları, yalnız kalmak istediği zamanları ona tanımaları, destek istediğinde ise yanında olduklarını hissettirmeleri olacaktır.
Son Söz…
Rus yazar ve aktör, sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden Andrey Tarkovski kendisi ile yapılan “yalnızlık” üzerine söyleşide “İnsanlara son olarak ne söylemek isteriniz?” sorusuna şöyle yanıt verir: “Bilmem… Sanırım yalnız olmayı öğrenmeleri gerektiğini ve kendi başlarına mümkün olduğu kadar çok zaman geçirmek için uğraşmalarını söylemek isterim. Bugünün gençlerinin hatalarından biri gürültülü, bazen neredeyse agresif etkinliklerde bir araya gelmeye çalışmaları. Kendini yalnız hissetmemek için bu başkasıyla beraber olma arzusu bence çok talihsiz bir gösterge. Her insan çocukluktan itibaren kendiyle zaman geçirmeyi öğrenmeye ihtiyaç duyar. Yalnız olması gerekmez ama kendiyle kaldığında sıkılmamalıdır. Kendi kendine kaldıklarında sıkılan insanlar bana kendilerine verdikleri değer açısından bir tehlikenin içindeler gibi gelir.”
Kendi başına kalabilmek insani bir durum, insani bir duygudur. Aynı zamanda var olan durumları yeniden ele almaya, dönüştürmeye yönelik bir fırsattır. Kişinin kendi ile ilgili bir şeyler keşfedebilmesi, yaşamını dönüştürebilmesi, onu daha da zengin hale getirebilmesi için açılması gereken bir kapıdır. Üstelik aydınlığa açılan bir kapı.
Yazan:
Filiz Torun
Psikolojik Danışman