Yaşama Dair, Bağlanma ve Ayrılık

İnsanoğlu uyum sağlama kapasitesi yüksek bir canlıdır. Herkes yeniliklerle kendi ruhsal yapısı doğrultusunda baş eder. Bu ruhsal yapının temelleri, ilk bağlanma ve ayrılık deneyimleriyle atılır.

Anne ile sağlıklı kurulan bağ aynı zamanda anne ve bebeğin sağlıklı bir şekilde ayrılması da demektir. Ayrılıkla baş etme kapasitesi de ebeveynlerin oluşturduğu net, dayanıklı bir güvenlik alanıyla oluşur. Ne fazla kaygılı ne de tamamen görmezden gelen bir tutum…

Bu alanda yapılan çalışmalar, bebeğin/çocuğun, anneden ayrılarak özerklik geliştirebilmesi ve kendi başına kalabilme kapasitesinin onun yaşamda da birey olarak varoluşunu desteklediğinden bahseder. Bu destek de tüm yaşam dönemlerinde kişiye eşlik edecektir.

Kavram Olarak Bağlanma ve Ayrılık

Bağlanma, bağ kelimesinden türer ve “bir şeyi başka bir şeye veya birçok şeyi topluca birbirine tutturmak için kullanılan düğümlenebilir nesne” olarak tanımlanır. Bağın bir araya getirme işlevine vurgu yapılırken düğümlenebilir nesne ile de; hem bağın oluşması hem de bağın çözülmesi ihtimaline gönderme yapılmaktadır. Yani bağ kavramına karşı ayrılık kavramına…

Bağlanma ise tıpkı anne bebek ilişkisinde olduğu gibi iki tarafın varlığı olmadan gerçekleşemeyecektir. Bir bağlanan bir de bağlanılan vardır. “Peki, bağlanma ve ayrılık arasındaki ilişki nedir?” Belki de sorunun cevabı “Biri olmadan diğerinin gerçekleşemeyeceği” gerçeğidir…

Anne Bebek Arasındaki Bağ – İlk Bağ

Anne bebek ilişkisi söz konusu olduğunda bağ ve bağlanma kavramından söz etmemek mümkün değildir. Anne ve baba çocuk sahibi olmaya karar verdikleri ilk andan itibaren doğacak bebeklerini hayal etmeye başlarlar. Cinsiyetinin ne olacağı, hangi ismi taşıyacağı, görünüşünün ve huyunun kime benzeyeceği konuları anne babanın gündeminin ana konusu olur. Anneler için hem heyecan verici hem de kimi zaman kaygıların yaşandığı bir dönemdir. Bebekle kurulacak bağa dair ilk düşler de bu dönem içinde annenin iç dünyasında yavaş yavaş şekillenir.

Anne, döl yatağına yerleşen embriyo ile ilk koruyucu, kapsayıcı, yaşam ortamı oluşturan alanı bedeninin dokularıyla oluşturur. Aslında bebeğin simgesel olarak elinin kavrandığı ilk yer de burasıdır. “Döl yatağı” terimi kadın bedeni içerisinde bir fetüs için tam da ihtiyaç duyulan ortamı tanımlar. Her türlü ihtiyacı karşılayacak, yumuşak ve kapsayıcı bir alan… Bu zengin iç yüzey, anne ve fetüs arasındaki alış verişi sağlayacak fizyolojik ve ruhsal akışkan bir alan da yaratacaktır.

İçinde olunan plasenta, fetüsün yaşamını sürdürebileceği bir ortam sağlar. Bebek anne karnına kordon yoluyla bağlanır, bu kordonun sağladığı fizyolojik bağ ile beslenmesi gerçekleşirken, anneye ait ritmik kalp atışları, annenin iç organlarından gelen sesler annenin sesi ile sarmalanır. Bu noktada önemli iki soru akla gelir. Anne karnı sadece, güven, huzur ve rahatlık hissi mi yaşatır? Ya da zaman zaman hem ruhsal hem de fizyolojik gerilimlerin de yansıdığı bir alan mıdır?

Anne Karnında Kurulan Fizyolojik Bağa Ruhsal Bağ Eşlik Eder mi?

Anne karnında bebeğin dördüncü aydan itibaren işitsel duyumunun bebeğin annesinin seslenişini algılayabilmesi ihtimalini gündeme getirir.

Doğum öncesi dönem ile ilgili araştırma yapan uzmanlar, annenin karnında ilk ses duyumları ile birlikte bebeğin kendi varlığına dair bir hissin oluşup oluşamayacağını sorgulamaktadırlar. Peki, bebeğin kordon yoluyla anne ile kurduğu fizyolojik bağa, anne sesi nasıl bir katkıda bulunmaktadır?

Bebek plasentanın içerisinde sanki yer çekimsiz bir alandaymış hissi ile sarmalanmışken, belki de var olduğunun ilk duyumlarını annesinin sesi ile hisseder. Maiello (1995), anne karnındaki bebeğin sadece annesinin sesini duymak ve dinlemekle kalmayıp aynı zamanda onun bireysel ve kültürel özelliklerinin izlerini de depolama yeteneğine sahip olduğundan bahseder. Ses nesnesi olarak tanımladığı bu durum sayesinde doğum öncesi çocuğun, işitsel deneyimleri ile “ilk-zihinsel anne bağı”nın oluşabileceğini söyler. Anne ile doğumun ardından kurulacak bağın mayası böyle oluşmaktadır.

Yeni doğmuş bebek için de anne sesi önem taşıyacaktır. Bu sesin yatıştırıcılığı, annenin dokunuşu kadar değerlidir. Bebek için annenin kendisine seslenmesinin, kendisi ile konuşmasının ya da uykuya geçerken annesinin sesinden duyulan bir ninninin yerini tutacak hiçbir şey yoktur. Sakinleştirir, yatıştırır, bebek için belirsizlikler içeren uykuya geçişte işitsel bir dayanak oluşturur.

Bebek anne karnında geçirdiği yaklaşık dokuz aylık süreç içerisinde gelişir, olgunlaşır ve doğum yoluyla dış dünya ile karşılaşır. Onu besleyen kordondan ve anne karnının sarmalayan ortamından, zamanı geldiğinde dışarıya doğru itilir. Artık bebek dünyaya gelmiş, annenin zihnindeki hayal olmaktan çıkıp var olmuştur. Bu bebeğin gelişimi için gerekli bir vedalaşma ve ilk ayrılık duyumudur.

Bebeğin bu kapsayıcı ortamdan ayrılışının ardından dış dünyaya uyum süreci nasıl gerçekleşecektir?

D. W. Winnicott dünyaya yeni gelmiş bir bebeği, bütünleşmemiş anlar akıntısı içinde sürüklenirken resmeder. Bebeğin dünyaya geldiği ilk andan itibaren farklı ihtiyaçları ve arzuları ortaya çıkar. Arzular anne tarafından karşılandıkça bu döngü süreklilik içerisinde devam edecektir. (Mitchell & Black, 2013).

Dış dünyada bebek annesi ile onun kendini kucaklaması yoluyla karşılaşır. Dış dünyayı annesinin sunduğu hem fiziksel hem de ruhsal kucaklayıcı alan ile oluşturur ve kendini böyle var hisseder.

Anne, bebeği kucağında tutar, bebek annesinin güven verici bedenine yaslanır; anne, sesi ve bebeğine karşı duyduğu şefkat ve sevgi hisleriyle onu koruyacak bir alan oluşturur. İşte bu ilk dönemlerde bebek, anne ile bir bütün gibidir.

Winnicott bu dönemi, “Başlangıçta bebek ancak annesel kucaklayıcı çevrenin koruyucu ve erteleyici zarfında yaşamını sürdürebilir, gelişebilir.

Bu başlangıç döneminde bebek diye bir şey yoktur. Bu anne bebek birimidir. Bebek doğduğunda sadece bir “olma” halindedir ve bu olma hissini sağlayan kucaklamadır.” şeklinde anlatır. (Özer, 2011)

Yeni doğan bebek anne tarafından sağlanan bu kucaklama deneyimi ile var olduğu hissini sürdürür. Bahsedilen “olma hali” de bu noktadan kaynak alır. Dış dünya annenin tutuşuyla bebeğin gözünde canlanır. Sadece bebek değil, anne de kendini ilk haftalarda bebeğin bir devamıymış gibi hisseder, işte bu durumu Winnicott “Birincil Annelik Tasası” olarak adlandırır. Bu annenin duyuşundan, hissedişinden, dokunuşundan oluşturulmuş temsili bir dünyadır.

Anne doğal bir biçimde tüm dikkatini bebeğine verişiyle gebeliğin son üç ayında bu evrensel işleyiş için hazırlanmaktadır. Giderek kendine yönelik ilgisini bebeğe yöneltir, dünya gerçekliğinden geriye doğru çekilerek, bebeğin canlılığına, varoluşuna odaklanır. Aslında bu son aylar bebeğin doğumundan sonraki ilk aylara hazırlanış sürecidir. Anne bu süreç içerisinde kendi kişisel ilgilerini, kaygılarını arka plana iter, tüm ilgisini ve varoluşunu bebeğinin isteklerine göre düzenler, ona uydurur, bebeğinin ihtiyaçlarını hızlı bir şekilde sezer hale gelir. Kolayca bebeğin çevresini ve içinde yaşadığı ortamı düzenler. Bebeğin tüm arzularını doyurmaya çalışır. Onu besleyerek, temiz tutarak, yatıştırarak şefkat ve sevgi göstererek kucaklayıcı bir ortam oluşturur. Bebek için dış dünyada karşılaştığı her durum yenidir. Isı, ışık, sesler, dokunma gibi pek çok farklı duyum ile karşı karşıya kalır. Yeni bir dil gibi duyulan tüm bu duyumların tercümanı da anne olacaktır.

Özer (2011) makalesinde Bion’ un tanımladığı annenin “kapsama” işlevinden de bahseder. Bu kavram annenin kucaklayıcılığına farklı bir boyut katmaktadır. “Annenin bebeğin duygusal durumlarına katlanmasını, bunları içselleştirmesini, bebeğine yorumlamasını” içerir. Anne, bebeğine yeni yaşamı duygularıyla harmanlayarak yorumlar.

Bu tercümanlık sırasında annenin ve bebeğin en büyük destekçisi ve dayanağı baba olacaktır. Yeni bir bebeğin dünyaya gelişi hem annenin hem de babanın yaşamını etkiler, dengeleri değiştirir. Birbirinin eşi iken anne ve baba olunur. Bebeğin, anne babanın çift olarak duygusal bağının olduğunu hissetmesi annenin de bebeği daha az kaygı ile kucaklamasını ve kapsamasını sağlayacaktır. Bebeğin gelişimi devam edecek, anne ve babalık işlevleri de dönemin ihtiyaçlarına göre daha da zenginleşecektir.

Bebek bu dönemde annesine yaslanarak, annesinin üzerinden dış dünyayı algılamaya ve deneyimlemeye başlayacaktır, istekleri hemen gerçekleştiği için bebek kendini sanki her şeye gücü yetermiş gibi hissedecektir. Bu erken dönemde bebek, kendi ihtiyaçlarını karşılayanın annesi olduğunu fark etmez; çünkü kendini anne ile bir bütün gibi algılamaktadır. Örneğin bebek üşüdüğünde, birden ısınmaya başlar, acıktığında anne memesi görünür olup onu besler, gazı olduğunda bu sıkıntı verici durumdan hızlıca kurtulur. Bu durum bebekte “ihtiyaç duyuyorum ve hemen gerçekleşiyor, her şeye gücüm yeter.” hissinin oluşmasına neden olur. (Özer,2011)

Anne bu ihtiyaçları sezgisel bir şekilde atlamadan gerçekleştirdiği için bebek bir yanılsama içerisinde olacaktır. Bu kucaklanma duygusu anneden fiziksel olarak yeni ayrılmış olan bebeğin kaygısını yatıştıracaktır. Aynı zamanda da dış dünyaya uyum sağlayabileceği fizyolojik ve ruhsal hazır oluşa ulaşacağı zamana kadar anne karnı dışında bu hissi sağlayacak simgesel alanı oluşturacaktır.

Eğer Kapsayıcı Alan Oluşmazsa…

Bebek erken dönemde olgunlaşmamış hali ile dış çevre ile başa çıkmak zorunda kaldığında sahte bir kendilik ile var olduğu hissini sürdürmeyi deneyecektir. Anne bebek arasında kurulan bu bağ kadar bahsedilen bu ilişkinin niteliği de bir o kadar önem taşımaktadır. Annenin iç dünyasında olan biten her neyse, bebeğin de duygusal dünyasında izdüşümleri olacaktır. Fazla kaygıyla kucaklanacak bebek ile sakin, anlayan duyan bir tutuş arasında bağlanma açısından bazı farklar oluşabilecektir. (Winnicott, 1990)

Bir Geçiş Alanı Olarak Ayrılık… Anne ve Bebeğin Dansı

Anne memesinden kesilmeye başlamasıyla eş zamanlı olarak bebek, dış dünyadaki uyaranları algılama, ayırt edebilme kapasitesini geliştirir. Kucaklayıcı ortamdan ayrılmaya hazırdır. Bebek kadar annenin de bu “birlik” halinden çıkabilmesi önem taşır. Bebek artık annenin tercümanlığı ile tanınan yaşamla sadece annenin desteği ile baş edebilecektir.

Winnicott (2010), bebeğin anne sütünden kesilmeye başladığı dönemlerde, gelişimsel olarak yalnız kalabilme kapasitesini geliştirdiğinden ve anne olmadan “kendi olma hissini yaşamaya başladığından bahseder. Bu ilk dönemde her şey yolunda giderse bebek anneyi ve annenin güven verici duruşunu benimser, içselleştirir ve böylece annenin fiziksel varlığı olmadan da tek başına olabilir. Bu sağlıklı bir bağın ardından sağlıklı bir ayrılığı da işaret eder.

Kendi Başına Olabilme Kapasitesi…

Kendi başına olabilme, yalnız kalabilme, ileri yaşamda önem taşıyan bir histir ve kaynağını güven sağlayan ebeveynden alır. Burada önemli bir nokta bebeğin ancak kendi başına olduğu zaman kendi kişisel yaşamını keşfedebileceği bilgisidir. Örneğin, özellikle bu dönemlerde anne bebeğini başka bir odada yalnız başına bırakıp kendi işlerini yapmak konusunda kaygılı hissedebilir, ona yeterince bakamadığını, yeterince iyi annelik edemediğini düşünerek suçluluk duyguları yaşayabilir. Aslında erken dönemde kurulan güvenli bağ bu fiziksel ayrılık hissi ile bebeğin baş edebilmesini kolaylaştıracaktır. Bebek, annesi mutfakta bir işle uğraşırken, içinde devam eden anne duyumu ile o ara alanda kendini var hissettirmeye devam edecektir.

Bu durumun karşıtı düşünüldüğünde yani bebek artık ihtiyaç duymadığı halde anne “iyi anne olma” hisleriyle ihtiyaçları fazlasıyla karşılamaya devam edecek olursa, bebeğin kendi başına kalabilmesini engellenmiş olacaktır.

İşte bu geçiş dönemi bebek için bir ara alandır. Tam da bu dönemde özerkliğin temelleri atılır. İlk haftalarda yaşanan o yoğun bağın ardından, bu ara alanda bebeğin ihtiyaçlarını anlayabilmek anne için de kolay değildir; çünkü eski bir hissetme hali çözülmeye başlamıştır. Birincil annelik döneminde oluşan sezgisel bir şekilde bebeği hissetmek mümkün olmayacak, anne ancak bebeği duyarak, anlayarak destek verilebilecektir. Bu anne bebek çiftinin müziği aynı anda duyarak, hissederek, birbirlerinin ayağına basmadan yapacakları ahenk içinde, eşlik içeren bir dans gibi de düşünülebilir (Özer, 2011).

Güvenlik Hissi ve Geçiş Nesneleri…

Ebeveynler için güven verici bir dayanak olmak sadece her duruma karşı sağlam kalabilmek demek değildir. Güvenilir, istikrarlı, sağlam fakat yıkılsa da tekrar toparlanabilen ebeveyn güvenlik hissini oluşturabilir. Hiç sarsılmayan bir ebeveyn bebeğe ya da çocuğa her şeye kadir olmanın önemli olduğu duygusunu yaşatabilir. Oysa dış dünya bu kadar kontrol edilebilir ya da konforlu değildir. Çocuğun yaşam içerisinde karşılaşabileceği herhangi bir problem alanı ya da çatışma ile baş etmesini güçleştirebilecektir. (Winnicott, 2012)

Bebeğin gelişimi uzun bir süreçtir, büyümesine olanak sağlayan da çevredir. Bebeğe güvenilir bir şekilde ebeveyn varlığının hissettirilmesi bir tutarlılık içermelidir. Esnek olabilen, istikrarlı bir ebeveyn, bebeğin kendini güvende hissetmesini sağlar. Bu da artık gerçek yaşamda karşı karşıya kalınabilecek çatışmalarla baş edebilme kapasitesini bebeğe, çocuğa daha sonra ergen ve yetişkine sunabilecektir. (Winnicott, 2012)

Anneden ayrılıp özerkliğe geçişte bebeğe yardımcı olacak bazı kaynaklar vardır. Bebeklerin özellikle dördüncü ve altıncı aylar ile sekizinci ve on ikinci aylar arasında geçiş süreçlerinde daha fazla kaygı yaşadıkları gözlenir. Tam da bebek “ben” ile “ben olmayanın” ayırdına varmaya çalışmaktadır. Bu dönemde uykuya geçişlerde, battaniye kenarı, yastık kenarı, bir şarkı vs. gibi şeyleri kullanırlar ve bu nesneler bebeğin kaygısını yatıştıran enstrümanlar olarak var olurlar. O temsili nesne olmadan uyunamaz. Bu davranışın tekrarları çocukluk döneminde yalnızlıkla, sıkıntıyla, yoksunlukla baş etmek gereken zamanlarda da görülür. Bu yolla bebek iç dünyasında annesel güvenlik duygusunun devamını sağlar. (Tükel, 2011)

Dış Dünyaya Uyum: Güvenli Bağlanma, Güvenli Ayrılık…

Winnicott, erken dönem bağın bebeğin duygusal gelişimine etkisine pek çok yazısında yer verir. Bu dönemde oluşan güvenlik hissi, anne ile bebek arasında kurulan sağlıklı bağ, bu sağlıklı bağı sürdürebilme kapasitesi ve hazır olunduğunda sağlıklı bir ayrılığın gerçekleşmesi, tüm yaşam dönemlerinde ilişki kurma kapasitesini geliştirecektir. Bebek büyürken sadece anne ve baba ile etkileşimde olmaz, yavaş yavaş dış çevre de bu sürece dahil olur. Yeni bağlar kurulmaya başlanır, ayrılıklar yaşanır.

Anlayan, duyan, zorluklar yaşansa da onarılabilen bir bağ, anne baba çocuk üçgenini güven içerisinde ayakta tutacaktır.

Tıpkı bebek gibi, çocuklar ve ergenlerin de yaslanabilecekleri ebeveynlere sahip olması pek çok sorun ile daha kolay başa çıkabilmelerini sağlayacaktır. Bebeğin/çocuğun özerkleşmesine, kendini inşa etmesine olanak tanıyacak alan, (gerekli dayanağı esirgemeden) dış koşullara da uyumunu kolaylaştıracaktır.

Yaşam hiçbir zaman tek düze gitmese de, yaslanılacak olan ebeveynlerin dalgalanmalar karşısında tutumlarının kapsayıcı, net ve yatıştırıcı olması çocuğu/genci destekler.

Çocuğun özerklik geliştirebilmesi ve kendi başına kalabilme kapasitesi ona yaşamı boyunca eşlik edecek bir güvenlik alanı oluşturacaktır. Örneğin okul, çocuğun yaşamına uzun süre eşlik eden önemli bir dış alandır. Okul, çocuğa, anne ve babasına dair pek çok temsilleri içerir. Okul bir baba gibi sınırları tanımlar, kurallar koyar ve geleceğe dair hayalleri içinde taşır. Bir yandan da kapsayıcılığıyla anneye dair işlevleri anımsatır.

Okula gelinirken anne ve baba, kardeş geride bırakılır. Belli bir oranda kendi başına kalabilme, kaygılarıyla baş edebilme kapasitesi gelişmiş bir çocuk, ebeveynlerin geride bırakıldığı endişesi olmadan okula daha heyecanla, istekle ve arzuyla gider

Son Söz…

İnsanoğlunun ruhsal gelişimi uzun soluklu bir süreçtir. Bu gelişimdeki ilk bağlar da doğum öncesinde kurulur ve tüm yaşam boyunca insana eşlik eder. Bağlanma ve ayrılık kavramları ilişkinin var olduğu her alanda karşılaşılan yaşantılardır. Önemli olan bağlanma ve ayrılığın güvenli bir şekilde oluşmasıdır. Bu oluşumda da anne ve babanın işlevi yadsınamaz…

İlk aşk nesnesi olan anne ile bağ tüm yaşam boyu değerini koruyacaktır. Bu bağ yani bu sevda tek taraflı değil de, çift taraflı olabildiği zaman öznesini bulacaktır. Zamanı geldiğinde ayrılık yaşanacak, yerini yeni nesneler alacak, sağlıklı ilişkiler yaşanabilecektir.

İlhan (1994), “Ayrılık Sevdaya Dahil” şiirinde hem sevdayı, hem de sevda duyulan kişiden ayrılığı güçlü bir dille anlatır. Ayrılık sanki bir yara gibidir, ruhta ve bedende hissedilir, ama sevdaya dahildir. Sevdalanmadan, yani bağlanılmadan olmaz. İkisi birbirini tümleyen, tamamlayandır. Aynı zamanda bir ikilemden bahseder şiirinde. Bir yandan ayrılık özgürleşmedir, diğer yandan da yalnız kalmak ya da kalabilmektir; ama yine de “ayrılık sevdaya dahildir”.

Ayrılık Sevdaya Dahil

….
telaşlı karanlıkta yumuşak yarasalar
gittikçe genişleyen
yakılmış ot kokusu
yıldızlar inanılmayacak bir irilikte
yansımalar tutmuş bütün sâhili
çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil
çünkü ayrılık da sevdâya dahil
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili

yalnızlık
hızla alçalan bulutlar
karanlık bir ağırlık
hava ağır toprak ağır yaprak ağır
su tozları yağıyor üstümüze
özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır
eflatuna çalar puslu lacivert
bir sis kuşattı ormanı
karanlık çöktü denize

yalnızlık
çakmak taşı gibi sert
elmas gibi keskin
ne yanına dönsen bir yerin kesilir
fena kan kaybedersin
kapını bir çalan olmadı mı hele
elini bir tutan
bilekleri bembeyaz kuğu boynu
parmakları uzun ve ince
sımsıcak bakışları suç ortağı
kaçamak gülüşleri gizlice

yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
ölü bir gezegenin
soğuk tenhalığına
benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
suç ortağı bir sevgiliyle

(İlhan, 1994)

Yazan:
Funda Tezer
Uzman Psikolojik Danışman