Anne, bir canlıyı dünyaya getiren, bir diğerine can olan kişidir. Tüm sıcaklığıyla, yavrusuna vermek üzere kalbinde beklentisiz sevgiyi, şefkati, ilgiyi, özveriyi korurken kendine kaygılar, korkular, tedirginlikler, suçluluklar kalandır. Annelik, uykusuz gecelerle taçlandırılan bitmeyen mesaidir.
Etimoloji sözlüğüne (2021) göre, “ana” ya da “anne” sözcüğünün kelime kökeni 900 yıl öncesine dayanıyor olsa da “anneliğin” kökeni insanlık tarihi kadar eskidir. Sümer ve Akad yazıtlarında Ninmah, Hitit Mitolojisinde tanrıların anası olarak bilinen Kybele, Yunan Mitolojisinde Artemis, Roma Mitolojisinde Diana olmak üzere yaratmayı, üretmeyi ve bereketi temsilen annelik kavramı tarih boyunca simgeleştirilmiştir.
Bu kavram hem kutsal kabul edilir hem de bu kutsallık o kadar erişilemez gerçek dışı tabularla donatılır ki bazen duygusal olarak kadının omuzlarında bir vicdani yük haline gelir. Üstelik kutsal olan tartışılmazdır. Toplum kadına “anneliği” bir seçenek olarak sunmaz; ya anne olmalıdır ya da anne olmadığı/olamadığı için sorgulanır veya anne olmadığı için eksik olduğuna inandırılır. Anne olanın çocuk arzusu sorgulanmazken, olmayanın isteksizliği sorgulanır. Bu inançla annelik rolü giderek kadınlık rolünün de önüne geçer. Hatta anne olmak da yetmez, anneliğin de içi imkânsızlarla doldurulur, “iyi anne”, “en iyi anne”, “en mükemmel, en fedakâr anne” olunmalıdır. Kimi zaman bazı kültürlerde “Sezaryen mı oldu? Hemen mi işe başladın, anne sütü alamadı mı?” gibi istilalarla yürekte taşınması zor, suçluluk duygularıyla yüklü vicdani bir mesele olarak da hissettirilir. Anne olunca, kadınlığı unutmak, anneliği kadınlığın yerine koyarak yaşamı sürdürmek pek çok kadın için bu vicdani meseleyle başa çıkmanın yollarından biri olarak kabul görür. İmkânsızlarla, özverilerle, vicdanla içi doldurulan yalnızca annelik kavramı olmaz kadının da ayrılmaz, tamamlayıcı parçaları haline gelir. Kadınlık ve annelik birbirinden ayrışması zor iki kavram olarak, annelik kadınlığın, kadınlık anneliğin varoluşunu tamamlar nitelikte anlamlandırılır. Oysa gönüllü çocuksuzluk, gönülsüz çocuksuzluk hallerinin de en az annelik kadar kabul edilebilir hale gelmesi, kadının üretkenliğinin yalnızca “anne” olmaya bağlanmaması kadın olmanın farklı hallerini de deneyimlenmesine fırsat tanır.
Kadınlık ve annelik ekseninin dışında annelik kavramının da kültürden kültüre değiştiği hatta popüler kültürle beraber farklılaştığını söylemek yanlış olmaz. Özellikle de sosyal medyaya yansıyan annelik rolünün gerçeklik dışında ideal, doğru ve mükemmel standartlar sunması da yetersiz annelik endişelerine ve ideal olanı gerçekleştirememeye dair kaygılara neden olabileceği söylenebilir.
Andre Green, kadının ruhsallığında filizlenen annelik – kadınlık arasındaki çatışmanın temelini kadının eşi ve bebeğiyle olan yoğun temasa dayandırır. Her ikisiyle de bu teması gerçekleştiren tek kişi olarak şefkat ve şehvetin birbirine karışmasından kaynaklanan bir çatışmaya dikkat çeker. Tek bedende hem anne hem de kadın olmak zordur, bebeğin dünyaya gelmesiyle filizlenen bu ruhsal çatışmadan anneliğinde, kadınlığında sağ salim çıkması gerekir. (akt, Abrevaya, 2015)
Elbette, anneliğe adım atmak, verilmesi zor bir karardır. Kendisine muhtaç başka bir canlı dünyaya getirmek ona öncelik verilmesini, onunla ilgili sorumlulukların alınmasını zorunlu kılar ki bu, bir insanın alacağı önemli bir karardır. Dolayısıyla hem zihinsel hem duygusal bir yatırım ve hazır oluşluk gerektirir. Bu bağlamda “anne olma kararı” evrensel değil bireysel bir karardır. Hiçbir koşulda dayatılmaması gerekir.
Anneye tutunarak hayata başlanır, anne kucağından destek alarak hayatta kalınabilir. İnsanın yaşam öyküsü ana karnından başlayarak toprak anaya doğru akar. Anne karnı insanın ilk mekânıdır sonra doğa ana, anayurt, ana kara mekânlık eder. Elbette mekân ne kadar sağlamsa yaşam o kadar güvenli olur.
Vargel (2018), bu durumu annelik üzerine yazdığı yazısında şu şekilde kaleme alır: “Annenin kendi üzerinde bir yeni yaşam canlandırabilmesi için yeteri güce ve kütleye sahip olması gerekir. Toprak ana gibi verimli, güçlü olur ise tohum yer çekiminin etkisi ile tutunup kök salabilir. İhtiyacı olan suyu ve mineralleri topraktan bulabilir. Havada uçan, kendi oturmuş kütlesi olmayan, netleşmemiş, kim olduğu, ne olduğu, ne istediği, ne ulaştığı belli olmayan bireyin oturaklılığı olmayacaktır. Bunun üzerine düşen tohumun sağlıklı mekân tutması, köklenmesi yeşermesi, beklenen hızda ve sağlıklılıkta mümkün değildir.”
Aslında annenin sağlamlığının, tohum tutma gücünün büyük ölçüde belirleyicisi de erken yaş dönemlerinden itibaren kendi annesiyle kurduğu ilişkidir. Bir kız çocuk için “ilk aşkı” anneden ayrılıp bu aşkı babaya yöneltebilmesi kendi anneliğine giden ilk adımı oluşturur. Anneliğe hazırlık kendi annesinden kopmayı, ayrışmayı gerektirir.
Bir bebeğin dünyaya gelişi bir annenin de dünyaya gelişidir. Dünyaya yeni gelen bir bebeğin yaşamını sürdürebilmesi ihtiyaçlarının karşılanmasına; ihtiyaçlarının karşılanması da bakım verenine ya da annesine bağlıdır. Yani bebek yaşamda kalabilmek için annesine muhtaçtır. Anne ise bakıma muhtaç halde gelen bebeğinin dile getiremediği ihtiyaçlarını anlamak, doğru yorumlamak ve uygun şekilde karşılayabilmek için tüm meşguliyetini bebeğine adar; onunla bir özdeşim kurar. Bu özdeşim anne – bebek ikilisi için bir bütünlük halidir.
Anne bu bütünlük hali içerisinde yalnızca bebeğin fiziksel ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, içerden ve dışarıdan gelen uyaranlar karşısında kaygılanan bebeğini sesiyle, kucaklamasıyla, tutmasıyla yatıştırır. Onu kucaklar sarar, sarmalar ihtiyaç duyduğu güveni verir. Annenin bebeği tutma ve yatıştırma biçimiyle bebek dünyayı anlamlandırmaya başlar. Annenin kendini huzurlu, sakin, güvende ve mutlu hissetmesi bebeği de aynı şekilde hissettirirken, annenin huzursuz, kaygılı, stresli hali de yine aynı şekilde bebeğine yansır; tıpkı bir ayna gibi. Bebek anneyle hayatta kalır, annenin gözünden dünyayı tanır.
Doğumdan sonraki haftalarda artık anne bebeğinin tüm ihtiyaçlarını onun katlanma kapasitesini aşmayacak kadar erteleyebilir. Hatta bebeğin sağlıklı gelişimi açısından bu ertelemenin ve “yeterince iyi annelik” kavramının önemi vurgulanır. Bu kavramla, anne – bebek ilişkisindeki uyumun ve bu uyum sayesinde annenin bebeğini çeşitli gelişim aşamalarına hazırlamasından söz edilir.
Bebeğin kendi özerkliğini kazanmasıyla ayrışma zamanı gelir. Bir anlamda anne bebeğine öteki olma fırsatı verir, bireyselleşmenin tohumlarını atar. Bu ayrışmayla ilgili Psikanalist Winnicott (2013), bir kelime oyunu da yapar; (m)other; İngilizcede öteki anlamına gelen “other”, anne anlamına gelen (m)other kelimesinin içerisinde saklıdır.
Özetle, gelişim aşamalarına uyumlanarak sağlıklı yetişkin ilişkileri kurabilen bir birey olmanın ruhsal zemini oluşur. Anne hem ayrışmış olan hem de ayrışmayı sağlayandır. Çocuğun özgünlüğünü kabul edip, anlayan, yansıtan, onu yaşamın zorluklarına karşı hazırlayandır. Oysa günümüzün getirdiği başarı ve rekabet odaklı toplumsal yapı, anne – babaların özellikle kendi ebeveynlik rollerine ve çocuklarına fazlasıyla odaklanarak, bu konulardaki beklentilerinin artmasına sebep olmaktadır. Zaman içerisinde değişen toplumsal yapı beraberinde ebeveyn rollerinin de farklılaşmasına, ebeveynlik kavramı ve niteliklerinin yeniden şekillenmesine sebep olmuştur. Çalışan annenin “yeterince” çocuğuyla vakit geçiremediğini düşünmesi, yeni annenin sütü yetmediğinde bebeğini “yeterince” besleyemediğini düşünmesi, yoğun iş stresi sebebiyle anne ve babanın akşam eve döndüğünde çocuğuna karşı “yeterince” anlayışlı olmadığını düşünmesi, sosyal medyaya yansıyan mükemmel anne-babalık rollerinin gerçek yaşamdaki iz düşümlerinin “yeterince” mükemmel olmaması, günümüz koşullarının getirdiği “mükemmel” çocuk yetiştirme formüllerinin yeterince “mükemmel” uygulanamayışı anne-babaların kaygı duymalarına ve kendilerini suçlu hissetmelerine neden olabilmektedir. Anne-baba rollerinde kendini “yeterince” iyi, ilgili, başarılı, vb. özellikte bulamamaya ilişkin algının getirdiği bu suçluluk ya da yetersizlik duyguları, çocuğa da yansıyarak sağlıklı anne-baba-çocuk ilişkisini gölgeleyebilmektedir.
Aslında hayatın pek çok alanında insan olmaya özgü hata yapma ihtimalini ebeveynlik rolünde de kabul ederek mükemmellikten kaçınmak,“yeterince” iyi ebeveyn olmak çocuk yetiştirmek için yeterlidir.
Bununla beraber devamlı korunup kollanan, üşümeden giydirilen, acıkmadan yedirilen ihtiyaçları istekleri daha dile gelmeden yerine gelen çocuklar için anneden ayrışabilmek mümkün müdür? Şüphesiz ki pek mümkün değildir. İstekleri ebeveyninin kontrolünde olan çocukların ihtiyaçlarını fark etmesi, dile getirmesi zorlaşır ve bunun giderilmesi için desteğe ihtiyaç duyarlar. Buna bağlı olarak yetersizlik duygusu yaşayabilir; kendilerine güvenmekte ve başa çıkma becerileri geliştirmekte zorlanabilirler. Dolayısıyla sorumluluklardan kaçınırlar.
Öte yandan bireyselliğini korumakta zorlanan bir annenin kendine muhtaç başka bir canlıya bakım verebilmesi, onu hayata hazırlayabilmesi de aynı ölçüde zordur. Bu durumda anne gücünü ve birey olma ihtiyacını çocuk üzerinden yaşantılamak ihtiyacı içerisinde olacaktır. Belki de yaşamda kendi kazanamadıklarını çocuğu üzerinden kazanmaya çabalayacak ve tüm yatırımını bu ihtiyacın üzerinden giderecektir. Kendisinde eksik kalan her neyse, uzantısı olan çocuğu bu eksiği tamamlayacaktır ya da tamamlamaya zorlanacaktır. Annenin kendi arzuları buluşma noktası olduğunda çocuğun da anneden ayrışması, kendine özgü arzu ve istekler yeşertebilmesi mümkün olmaz. Çünkü anne kendi çocukluğunun telafisini yapmaya çabalarken kendi çocuğunun gerçek ihtiyaçlarını fark edebilmesi zordur. Oysa bir annenin çocuğuna yapabileceği en büyük yatırım, verdiği kararların sonuçlarına ilişkin sorumlulukları alabilen, öz güveni yüksek, bağımsız bir birey olarak çocuğu yetişkinlik yaşantısına hazırlamaktır.
Bu hazırlık aşamasında baba nerededir? Baba her adımındadır, her adımında olmalıdır. Eş olarak, eşlikçi olarak, destek olarak, çocuğun ihtiyaçlarını karşılanmasında paydaş olarak…
Her insanın ruhsallığında annesiyle olan ilişkisine dair silinmeyen izlerin, kişilik yapılanmasının temel zeminiyle ilişkilendiğini söyleyebiliriz. Eril toplumsal normların dayattığı rolleri bir kenarda tutarak annelik deneyimini her kadının kendi kişisel mirasına ve inisiyatifine teslim etmenin ne kadar büyük bir önemi olduğunu da ifade edebiliriz. Kadının ne olması, ne olmaması, nasıl olmasından çok toplumda nerede konumlanması ve nasıl korunması gerektiğini konuşabildiğimiz umut dolu yarınlara…
Yazan:
Özge M. Tonguç
Uzman Psikolog
Kaynakça
Abrevaya, E. (2015), Annelik ve Kadınsılık. Psikanaliz Yazıları, 14, 15 – 21, Bağlam Yayınları
Badinter E. (2020), Kadınlık mı Annelik mi? (5. Baskı). (Ekmekçi A, Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları.
Burç, P. E. (2015), Popüler Kültür ve Annelik: Anneliğin Farklı Görünümleri. Hacettepe Üniversitesi Sosyolojik Araştırmalar E Dergisi.
Keser, V. (2015). Anneliğe Dair Psikanaliz Yazıları, 14, 35- 39, Bağlam Yayınları.
Parman, T. (2015), Annelik Üzerine: Bir Psikanalitik Sözlük Denemesi. Psikanaliz Yazıları, 14, 23 – 33, Bağlam Yayınları.
Sayğılı,İ. (2018). Metis’ten Şahmaran’a Yitik Annelik. Psikeart, Annelik, 10-15.
Vargel,S. (2018). Hangi Anne Nasıl bir Annelik?. Psikeart, Annelik, 17-21.
Winnicott, D. W. (2013), Ebeveynlerle Sohbet. (1. Baskı). (Hatiboğlu N., Çev.), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
İnternet alıntısı, Anne, 2020 (7 Mayıs), http://aksozluk.org/ana adresinden 01 Ekim 2021 tarihinde alınmıştır.
İnternet alıntısı, https://www.etimolojiturkce.com/kelime/ana adresinden 01 Ekim 2021 tarihinde alınmıştır.