“Ama dur! Şu pencereden süzülen ışık da ne?
Orası doğu, Juliet de güneşin ta kendisi.”“Ah Romeo, Romeo! Neden Romeo’sun sen?”
“Adın ne değeri var ki? Gül dediğimiz şeyin
Adı başka olsa da gene güzel kokardı.”
Romeo ve Juliet’teki balkon sahnesi, Shakespeare’in (2016) en kalıcı cümlelerinden bazılarını içerir. Tüm zamanların bilinen en trajik ve en büyük aşk hikayesi olan Romeo ve Juliet, iki ergen arasındaki aşkı anlatmaktadır. Aşık olmak, herkes için yoğun bir deneyim olsa da, erişkinlerle kıyaslandığında, ergenlerin aşkı daha derinden yaşandıkları görülmektedir. İlk aşkta yaşananlar, ergenin anılarında önemli bir yere sahiptirler. Edebiyatta, müzikte ve sanatta tekrar tekrar karşımıza çıkan temadır kaybedilmiş olan ergenlik aşkını veya ilk aşkı aramak… Kaybedilmişin aranması veya deneyimin tazeliğinin ve derinliğinin aranması…
Analizde olan erişkinlerin ilk aşkları, tekrar tekrar beklenmedik şekilde çağrışımlarında onları ziyarete gelirler. Analistinin yanında kendini serbest çağrışımın şaşırtıcı ve bilinmez kollarına bırakmış olan erişkin hasta, yıllar öncesinde yaşanmış olan, kilitlenmiş günlük sayfalarının tanıklığına terk ettiğini sandığı ilk aşkına ilişkin anılarının bir kısmını hatırlar ama rahatsızlık verici olan duygular ve bilinçdışı yankılara ulaşım o kadar da kolay değildir elbette. Psikanalizde olan her birey, yaşamının bu dönemiyle ilgili çağrışımlarında, kaçınılmaz olarak önceki kuşak tarafından yaşananların yankılarını da duyacaktır.
Yaşamın diğer evreleri gibi, ergenlik de, mutlaka içinden geçilecek bir evredir. Bu sebeble, erişkinliğe geçişin habercilerini tanımak önemlidir. Gizil dönemde (latans) çocuk, bedeni, duyguları, çevresindekilerle ilişkilerinde belirli bir hâkimiyete sahiptir. Erinlik öncesi dışarıdan görsel olarak fark edilemeyecek olan ikincil cinsel özelliklerin, yani doğumdan beri var olan cinsel organların, erişkinlere benzer gelişim evrelerine ulaşması, buluğ döneminin başladığını ve dolayısıyla ergenliği haber verir (Tyson ve Tyson, 1990). Fransız psikiyatr ve psikanalist Jeammet (2012), ergenliğin tanımını yaparken, çocukluktan erişkinliğe geçişte ergenin hem bedensel, hem ruhsal, hem de toplumsal alanda değişime, dönüşüme uğradığını vurgular. Fiziksel başkalaşım konusunda tüm ergenler benzer süreçlerden geçse de, ergenin ruhsal gelişimiyle ilgili herkes tarafından eşit olarak kabul edilebilir tanımlamalara ulaşmak zordur çünkü bu gelişim döneminin psikolojisi bireyler arasında geniş ölçüde farklılıklar gösterir.
Ergen, çocukluktan erişkinliğe ulaşan köprüyü aşmak ve erişkinliğe erişmek durumundadır. Bu geçişte zaman zaman fırtınaya, zaman zaman doluya tutulurken, melankoli ve yoğun coşku arasında gidiş gelişler de yaşayacaktır elbette.
Freud 1905’te yayımlanan Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Tartışma adlı yapıtında ergenlik sürecini tarif eder. Erinlik, çocuksu cinsel yaşama en son şeklini veren değişikliklerin olduğu dönem olarak tanımlanır. Freud, cinsellik kelimesini kullanırken, sadece genital bölgeleri değil, bedenin organlarından alınan duyumsal hazzı anlatmak istemiştir. Halk arasında yaygın olan cinselliğin ergenlikte başladığı şeklindeki görüşten farklı olarak, Sigmund Freud cinselliğin çocukluktan beri varlığını sürdürdüğünü işaret eder. Çocuk cinselliğinin ilk belirtilerini, bedenin beslenme, tuvaletini yapma veya tutma gibi, aslında cinsel nitelikli olmayan bedensel işlevler sırasında yaşanan hazda görmüştür. Freud, erinlikle birlikte, haz alanlarının genitallerde toplandığını işaret eder. Kısacası, Freud çocuksu cinselliğin ve özelliklerinin ergenliğin gelişiyle erişkin normal cinsel yaşamında olan üretici cinsellik ve özelliklerine dönüştüğünü açıklar. Artık ergenin ona tanıdık olmayan yeni arzuları, artık cinsel ilişki gerçekleştirebilecek durumda olan yeni bir bedeni vardır.
Deutsch (1987) ergenin değişime uğrayan bedeniyle, daha önceden tanımadığı heyecanlar ve duygular yaşamasının getirdiği sıkıntıları anlatır. Deutsch (1987) bu deneyimi “travmatik” olarak nitelendirir. Belki de travmatik olan, ergen bedeninin, yeni keşfettiği cinselliğiyle ne yapacağının bilememesinin getirdiği kontrol kaybı hissidir. Zordur bu dönem çünkü artık “ergen için bedeni en tanıdık olan yabancıdır” (Phillips, 2012, s. 45). Laufer (1981) cinselleşen yeni beden ve bedenindeki gelişmelerin yarattığı yeni olanaklar karşısında ergenin kendisini pasif hissetmesi ve bilinçdışı olarak cinselleşen yeni bedenini reddetmesini kırılma olarak açıklar. Cinselliğin, beden imgesiyle bütünleştirilmesi gerektiğinin önemini vurgularken, ergenin cinselliğini ifade etmeye ve doyurmaya ihtiyacı olduğuna işaret eder. Psikanalize erişkinin taşıdığı zorlukların bir kısmı da, işte ergenlikte yaşanan bu kırılmaların içselleştirildiği dönemleri (Laufer ve Laufer, 1984) işaret etmektedir.
Ergenin kendisiyle ve ötekilerle kurduğu ilişkide bedeninden zevk alması ve sonunda cinsel duygularını bütünleştirmesinin yolu, ancak bebekliğinde annesinin kucağında sevgiyle ve şefkatle bakım görebilmiş olmasından geçmektedir. Çocuğun kendisini besleyen ve gereksinimlerini doyuran annesinin kucağında hissettiği güveni ve sevgiyi ileride ergenlikteki ilk aşkında arayacağını öne sürer Freud.
Ergen bir yandan çocukluğu boyunca kendisinin gereksinimlerini doyuran anne babasına ihtiyaç duymaya devam ederken, bir yandan da onlardan uzaklaşmak ister. Bloss (1967) ergenliği “ikinci bireyselleşme süreci” olarak tanımlar. Ergenin bu evrede, ilişkilerinde, ebeveynleriyle arasına mesafe koyarak psikolojik olarak anne babasından ayrılmaya çalıştığını anlatır. Ayrımlaşma, kendiliğin nesnelerden, örneğin babasına bağımlı bir kişinin babadan ayrışması, kendini ve kendiliğini bulması anlamındadır. Aslında ayrımlaşma, kimliğin gelişmesinin de gerekliliğidir. Tahmin edilebileceği gibi, ergenin beliren kimliği, anne babanın onun için istediğinden farklıdır. Ergenin bu dönemde çevrenin, özellikle anne babanın desteğiyle yani onların katkılarıyla farklılığını ve özerkliğini tanıması gerekir. Bir an önce onlarda uzaklaşmalıdır, çünkü cinselleşmiştir. Yakınlık artık bir tehlikeyi temsil etmektedir (Keiser, 1953). Çocukluğu boyunca idealize ettiği, bağlı olduğu anne ve babasından vazgeçmek acı hissettirse, kaybının yasını tutacaktır (Root, 1957). Artık dışarıda ilişki kurabileceği yaşıtlarına yönelmek için, karşı cinsle karşılaşmak ve aşka yelken açmak için anne babasının kaybının acısını işlemek zorundadır. Tabii bunun karşıtı olarak, ebeveynlerinin yakınında kalmak, kızlarla veya erkeklerle ilişki kurmamak da (Keiser, 1953) temel sorunların çözülmesini güçleştirir ve gelişimin uzun zaman almasına neden olur. Ayrımlaşma sürecini tamamlayamamak, bazı çatışmalarını işleyememiş bir kimlik gelişimine yol açar.
Anne babadan uzaklaşılarak yeni ilişkiler aranırken, aslında her yeni ilişkide terkedilen anne ve baba aranmaktadır. Ergenin aşk ilişkisinde deneyimledikleri, kaçınılmaz olarak anne babasının ilişkisinden içselleştirdikleri ve onlarla özdeşleşmelerinin doğasından etkilenir. Bu deneyimleri düşünürsek ilk akla gelenler erkenci bir cinselliğe kendini bırakmadan, aşık olduğu kişiyi tanıyabilmek için gerekli ve yeterli zamanın geçmesini bekleyebilmesi ve sevginin eşlik ettiği bir cinsel deneyimden haz alabilmesidir. Anne babanın duygularını hissetme, gösterme şekli de, gencin aşk ilişkilerinde duygularını deneyimleme ve ifa-de etme şekli üzerinde derin izler bırakacaktır (Jeammet,2012 ). Bunun yanında, ergen çocuğun aşk ilişkilerini anlamlandırmak için, bazen anne ve babasıyla kurduğu ilişkilerin izlerini sürmek yeterli olmaz. Şimdiki anne babanın kendi anne babasıyla ilişkisinde yaşadıkları yani önceki kuşakların yaşadıkları, eğer bunların anlamları gün yüzüne çıkarılmazsa, ergen olan çocuklarıyla ilişkilerinde hortlar (Abraham ve Torok, 1978). Böyle durumlarda anne ve babanın kafası kendi tarihleriyle bulanmış olduğu için, genci kendilerinden ayrı bir özne olarak görmekte zorlanırlar ve onu kendi geçmişlerine bağlı olarak hareket ediyor gibi görürler. Kısacası, gencin aşk ilişkilerinde önceki kuşakların yaşadıklarının yankılarını duyarız.
Aile içinde yaşananların gencin romantik ilişkilerini nasıl etkilediği konusuyla ilgili çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Ailede ayrılma / boşanma kaç yaşında yaşanmış olursa olsun, kişi genç yetişkinlik dönemine (18-23 yaş) eriştiğinde, kendi romantik ilişkilerini ve gelecekteki olası evlilik ilişkisini düşünmeye başlar. Karşı cinsle ilişkilerin yoğun olarak değerlendirildiği bu yaş döneminde, kendi ailesindeki boşanmayı/ayrılmayı, öncesinde ve sonrasında yaşananları düşünen genç yetişkin çoğu zaman farkında olmadan o dönemde yaşananların etkilerini kendi ilişkilerinde tekrar yaşantılar (Franklin, Janoff-Bulman, ve Roberts, 1990). Kılınç Kunt (2004) üniversitede okuyan boşanmamış/ayrılmamış ailelerden gelen 272 kız öğrencinin ve boşanmış/ayrılmış ailelerden gelen 37 kız öğrencinin oluşturduğu 309 kişilik bir örneklemin, karşı cinsle ilişkilerini araştırmıştır. Araştırma sonuçları, boşanmış/ayrılmış ailelerden gelen genç yetişkin kızların flört etmeye diğer gruptakilere göre daha erken başladığını, ilişkilerinde daha kararsız olduklarını ve daha az doyum yaşadıklarını, ilişkilerinin daha kısa süreli olduğunu ortaya koyar. Bu tür bulguların yanında, boşanmış/ayrılmış ailelerden gelen üniversitede okuyan kız öğrencilerle boşanmamış/ayrılmamış ailelerden gelen üniversite öğrencisi kız öğrencilerin romantik ilişkilerinin sıklığı ve devam etme süresi arasında bir fark bulunmayan çalışmalar da vardır (Greenberg ve Nay, 1982).
Ergenin çok duraklı uzun bir yolu vardır… Yetişkinlik hayatına çıkmaz sokaklarda kaybolmadan geçiş yapması için, anne ve babasının da ergenin ihtiyaç duyduğunda girebilmesi için uygun yerlerde uygun kapıları açık bırakmayı atlamaması gereken bir yoldur bu yol…
Konuk Yazar:
Hande Kılınç Kunt
Klinik Psikolog