Nörobilim ile Öğrenme

Nörolog Dr. Bülent Madi ile “Nörobilim İle Öğrenme” başlığı altında keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. “Öğrenme Beyinde Nasıl Oluşur?”, “Aşk ve Beyin” kitaplarının da yazarı olan Sayın Madi’ nin, 40 yılı aşkın deneyimleri ışığında beyin gelişimini detaylı olarak ele aldık.  Çocuk ve ergenlerde salgın süreciyle birlikte artan teknoloji kullanımından, uyaran kirliliğine; anne baba tutumlarının beyin gelişimine etkisinden, nöro sanata kadar geniş bir yelpazede konuşma fırsatı bulduğumuz röportajımızı keyifle okumanız dileğiyle…

  • 40 yılı aşkın meslek hayatınız boyunca yaptığınız çalışmalar yaşam hakkında size en temelde neyi öğretti?

Bu zor bir soru. Yıllar içinde deneyim elde ediyorsunuz. Ben bu konuda Prof. Dr. Ayla Oktay’a çok teşekkür ediyorum. Bundan 30-35 sene önce bana Eğitim Fakültesi’nde “Nörobilim anlatır mısınız?” dedi. Çok şaşırmıştım. O zamanlar Türkiye’de böyle bir şey yoktu. Orada farklı bir bilim dalının pusulasıyla birlikte eğitim bilimi kavramlarını öğrenerek işin içine girdim. Sonra baktım ki bizim öğrendiğimiz nörobilim eğitim fakültesinde de kullanılıyor. Okul öncesi eğitimcilerle başlayan etkileşimim; psikolojik danışmanlık, psikoloji, üstün zekalılar ve özel eğitim gibi branşlarla devam etti. Onlar sayesinde öğrendiğim kavramlar bana büyük zenginlik kattı. Bu bilgiler bir nörolog için gerekli miydi? Belki o zaman için hayır ama şimdi çok gerekli. Nörolojinin ne noktaya geldiğini görüyorsunuz. Takip ettiğim bilimsel yayınlarla 40 yıl içinde bilgi birikimim, kültürüm arttı. Eğitim bilimleri, psikoloji, psikolojik danışmanlık, ergoterapi ve fizyoterapi açısından birçok şey öğrendim. Bu süre içerisinde 4000-5000 kadar öğrencim oldu. Tüm bu öğrendiklerimi farklı branşlardaki kişilerin öğrenmesi için de elimden geleni yaptım. 

  • Konuşmalarınızda hayatta karşımıza çıkan dönüm noktalarının farkında olmanın öneminden bahsediyorsunuz. Rastlantı olarak değerlendirilebilecek bu anları yönetebilme konusunda önerilerinizden bahseder misiniz?

Bu konuda benim birkaç seminerim vardı belki internetten izlemişsinizdir. Nasıl oluyor bilmiyorum ama bir şey düşünüyorum, o düşündüğüm şey bir süre sonra ansızın karşıma çıkıyor. Tabi ki bu bir mucize değil, ama bir şey oluyor ve konuyla ilgili farkındalığım artıyor. Ben rastlantılara çok inanan biriyim. Benim hayatım hep rastlantılarla dolu ama bu rastlantıların çoğundan pozitif sonuç çıkarttım. Bunu elde etmek için sanıyorum duyularımızın açık olması gerekiyor. Son zamanlarda unutkanlık ve bunamayla ilgili zihin oyunları, yani zihnin tekrar geri çağırmasıyla ilgili çalışmalar var. Peki, çocuklarda öğrenme nasıl oluyor? Uyaranları alabilme yetisinin artırılması gerekiyor. Bunun için de deneyim lazım. Hatta bu deneyimler anne karnında başlıyor. Beyin gelişimi durmaz ancak yaşla beraber öğrenme hızı ve yeni bilgi alımı yavaşlayabilir. Dolayısıyla uygun ortamlarla erken yaşlarda karşılaşmış olmak gerekiyor. Bunların da çok ciddi kısmının rastlantı olduğunu düşünüyorum. Mutlaka rastlantıların size gelmesi için zihinsel ve mekânsal algıyı değiştirmek gerekir yani, bir yerde oturup rastlantıyla karşılaşamazsınız.

  • Nöroloji, Eğitim ve Felsefe gibi farklı disiplinlere göre öğrenmeyi nasıl tanımlarsınız?

Kendi açımdan bakacak olursam, 8 duyumuzdan elde ettiğimiz bilgilerin duyum haline gelmesi ve bunun duyum haline geldiğinin farkında olmamız önemli. Bir konunun öğrenilebilmesi için önce duyularımızla algılamamız, ardından beynin o konuyla ilgili alanlarına yerleştirmemiz gerekiyor. Örneğin elmayı elimize aldık, ağırlığına baktık;  dokunma ve ağırlık. Arkasından rengine baktık; beynin arka tarafı ve kulak hizası. Sonra şöyle bir çevirdik, şekline baktık, ısırdık; tat, koku ve karmaşık hareketler. Bakın ne oldu? Beyin çalışmaya başladı. Sadece bir elma diye baktığımız nesne bütün duyuları çalıştırmaya başladı: Tat, koku, dokunma, renk görme, karmaşık el hareketleri hatta elmadan çıkarttığımız ses… İşte bu nörolojik açıdan öğrenmenin temeli oluyor. Ama olaya eğitimci açısından bakacak olursak, daha çok akademik gibi anlaşılan bu durum aslında öyle değil. Özellikle üniversitedeki eğitim sürecinde öğrencilerim olup da sonra öğretim üyesi olanlarla diyalog kurduğumda, bu olayın o zamanlar vermiş olduğum nörobilim eğitiminden çok farklılaştığını görüyorum. Ne oluyor eğitimde? Eğitimci çocuğun yeteneklerini ve yetersiz olduğu noktaları görüyor.

Felsefe açısından bakacak olursak, öğrenmenin içerisine estetik değerler, öğrenmenin kavramları, biliş, üst biliş gibi kavramlar giriyor. Üniversitede hep anlattığım şey şuydu; mutlaka felsefe aracılığıyla düşünerek konuşun. Felsefe deyince demek ki düşünmek gerekiyor. İsterseniz yazın, isterseniz konuşun, felsefe aracılığıyla doğru kelimeleri kullanmak ve bunun aracılığıyla sonuca ulaşmak önemli. O zaman ne oldu şimdi? Her üç kavram da aslında bir yere oturdu, çünkü artık ne multidisipliner ne de interdisipliner yaklaşım yetmiyor. Eğitimcinin de nörobilimcinin de geldiği nokta, transdisipliner çalışmak olmalı. Yani öğrenmenin tanımı transdisiplinerdir. Beyin dışarıdan gelen duyuları alır ve onları yoğurur. Ortaya plastisite çıkar, beyin yeniden şekillenir. Ne oluyor? 100-120 milyar hücre birbirleriyle bağlantı yapıyor. Bir hücre belki 10.000 tane hücreden bağlantı alabilir. Elmada olduğu gibi. Bu bağlantılar kurulduktan sonra ona elma diyoruz. O zaman ne oldu? Elmayı bilmeyen bir çocuktan bahsediyoruz tabi. Yeni baştan o hücreler bir araya geliyor. Renk, dokunma, ağırlık, tat, koku birbiriyle iletişim kuruyor ve anne baba da “Bu elma evladım.” diyor. Çocuk işitme yoluyla da zihninde “elma” sesini alıyor. İşte biz buna nöroplastisite diyoruz. Ben şu an size bir şey anlatıyorum. Siz anlattığımı öğrenmeye çalışıyorsunuz. Sizin beyninizdeki nöronlar sinir hücreleri ile bağlantı yapıyor. İşte temeli bu. Nöroplastisite de yeniden yoğurulabilirlik anlamına geliyor. O zaman öğrenme ortaya çıkmış oluyor. Ayrıca öğrenmenin en önemli kavramlarından birisi de kaygıdır. Kaygı fazla ise, kişi öğrenemez. Kaygı azsa da yeterince öğrenemez. Belli frekanslarda, belli şiddetlerde kaygı olması gerekiyor ki çocuk öğrensin. Peki o kaygıyı nasıl pozitif hale getirebiliriz? O çocuğun yeteneklerine uygun olarak ve konuyu sevimli hale getirerek öğretebiliriz. Çocuğun, “Aaa ben bunu yapabilirim.”, “Ben bunu zaten merak ediyordum.”, “Ben bunu zaten bir kere öğrenmiştim ama unutmuşum.” deyip hafif düzeyde bir kaygı hissetmesi gerekiyor ki, bu kaygı öğrenmenin kapısını açmalı. Ya internete girip araştırma yapacak ya bunu bir eğitimciye anlatacak veya aileye ya da diğer sosyal çevreye ihtiyacı olacak. Orada öğrenip beynin plastik yapısını yani yoğurulabilirlik yapısını değiştirmesi gerekir. Sonrasında ortaya çıkacak olan zihinsel potansiyel, akıl yürütme becerisi ile beraber bir sonuç çıkarabilir. Yeterince kaygı, korkutmadan, endişe ettirmeden, saklamadan, “Yapma, etme” demeden, yüksek bir ses tonu kullanmadan, çocuğun yeteneklerini bilerek çocuğun beynini yoğurmak gerekir. Ancak o zaman sonuç alabiliriz.

  • Örtük (Gizil) öğrenme nedir? Bunun yapılandırılmış öğrenme ortamındaki yeri ne olabilir?

Yapılandırılmış öğrenme, inşaat yapmaya benzer. Çocuğa bir şey öğretiyoruz ama öğrettiğimiz şeyin üzerine nasıl bir bilgi aktaracağımızı ve nasıl bir karşılıklılık alacağımızı da düşünerek öğretiyoruz ve yapılandırıyoruz. Tabii ki plastisitenin temelinde de inşaat zaten var. Yapılandırarak öğretmenin yanlış olduğunu söylemiyorum, öyle anlaşılmasını istemem. Yapılandırarak öğrenmede, çocuk birçok şey öğreniyor ve o öğrendiği bilgiyi bir sonraki bilgi için kullanıyor. Yapılandırılmış öğrenme, öğretilen bilginin, öğrenen birey tarafından yalnızca alınıp sorgulanmadan kabul edilmesi değil, bireyin bilgiden çıkarttığı anlama da dayalıdır. Öğretilen bilgi, öğrenenin kültürel değerleri ve yaşam deneyimleri beraberinde bütünleştirilir. Yapılandırılmış öğrenmede amaç, öğrenmenin sürdürülebilirliğinin sağlanması ve yüksek düzeyde bilişsel kazanımların elde edinilmesine katkıda bulunmaktır. Bir de nasıl öğrendi ve neden öğrendi konusu var. Diyelim ki ben kendi dilimi öğrendim. Nasıl? Çevreden bilgi alarak öğrendim. Ama bu çevreden almış olduğum bilgidir. Aslında farkında değilim. Örtük (gizil) öğrenme, var olduğu çevre içinde almış olduğu uyaranlardan, bilginin fark edilmeden öğrenilmesi anlamına geliyor. Örtük öğrenmede öğrenilenin üstüne devamlı yeni şeyler ilave edilebiliyor. Aynı doğduktan sonra sesleri almak ve o seslerin ne anlama geldiğini anlamak gibi. Örneğin anadiliniz olan Türkçeyi farkına varmadan örtük öğrenmeyle,  Rusça, İngilizce ve Fransızca gibi dilleri de yapılandırılmış eğitimle öğrenirsiniz. 

  • Beyin gelişimi denince ağırlıklı olarak erken çocukluk dönemine odaklanılıyor. Ergenlikte bu süreç nasıl ilerliyor? Ebeveyn tutumları ve çevresel faktörlerin genler ve beyin gelişimi üzerindeki etkileri nelerdir?

Bebeklik dönemi ya da çocukluk çağından bahsedersek eğer; anne karnında dokunma duyusu ile bebeğin beyninin tam kabuğunun orta tarafı gelişmeye başlıyor. Bebek doğduktan sonra ışığı görür, sesleri de işitir. Diğer duyular da gelişmeye başlar. Bütün bu temellerle ergenlik çağına gelir ama ergenlik çağına geldiğinde bu etmenler ve etkileri çok artmaya başlar. Ergen belki bir takım meslekleri öğrenmeye başlayacak ya da sosyal ilişkilerinde birtakım gelişmeler olacaktır. Bu noktada öğrenmede farkındalık da işin içine girmeye başlar. Burada düz bir eğitimden bahsetmiyoruz. Dolayısıyla bu ergenlik çağındaki kişinin sosyal ilişkilerini de kendi iradesiyle kullanabildiği bir aşamaya gelmiş oluyoruz. O zaman daha küçük yaşlarda da genetik olarak gelen özelliklerin içerisine çevresel faktörler daha fazla etki etmiş oluyor. Eğer bu çevresel faktörler çoğunlukla olumluysa o zaman doğru ve hızlı gelişim söz konusu olmuş oluyor. Dolayısıyla beyin gelişiminde ebeveynin anne karnından itibaren ve doğumdan sonraki tutumu çocuğun ergenlik çağına geldiği zamanki şekillenmesini açıklar. Çünkü beynin gelişme potansiyeli 3 ila 5 yaş civarında kendini gösterir. Ergenliğe geldiği zaman da, gelişim hızla devam eder. Eğer çevresel faktörler de yeterli ise beyin gelişir, plastik yapısı hızlanır. 

  • Günümüz ebeveynliğinde “mutlu olsun yeter” yaklaşımı ağırlıkta. Sizce düşünme biçimi beyin gelişimini nasıl etkiliyor?

Bu çok tartışmalı bir konu aslında. Çünkü ailenin ve eğitimcinin çocuktan beklentisi onun mutlu olması. Ama nasıl mutlu olacak bu çocuk? Acaba bu çocuğun ileri yaşlarda mutlu olması için çok para kazanması mı gerekiyor? Bu çocuğun çok iyi müzisyen olup da bu müziği oluşturup onu uluslararası bir hale getirmesi mi gerekiyor? Bu çocuk bir yerde bir lider mi olmalı? Mutluluğun çok değişik kavramları var. Önemli olan çocuğu travmatize etmemek. Aile hangi ortam ve koşullarda yaşıyor olursa olsun ona alan açıcı bir kültüre sahipse, olanaklar ve çevresel faktörler de buna uygunsa, bu çocuğun mutlu olma şansı vardır.  

  • “Öğrenme Beyinde Nasıl Oluşur?” isimli kitabınızda “Öğrenme doğumdan önce başlar ve hayatımız boyu sürer.” diyorsunuz. Bu noktayı biraz açar mısınız?

Öğrenme anne karnında dokunma ile başlar. Doğumla beraber bebek, önce bir ışık görür, sonra bir ses işitir. Daha sonra alacağı hareket eğitimi, sosyal ve duygusal eğitimler ve akademik eğitimlerle beyin ve beden yapısı zaten gelişir. Ne zamana kadar gelişir? 12-13 yaşına kadar gelişimi hızlıyken sonra hız azalır. Bu azalma gerileme anlamında değildir, daha yavaş gider. Çünkü beyin belli bir bilgiyi toparlamıştır. Eğer elde etmiş olduğu o bilgiyi plastisiteyle yani yoğrulabilirlikle kullanılır hale getirirse, işte o zaman ileriki yıllarda da yaratıcı zekâyla karşılaşırız. Ben bunu 60 yaş civarına kadar çok net görüyorum. Ondan sonra öğrenme hızında yavaşlama söz konusu olur. Bunu yaşlılık anlamında yorumlamamak gerekir. Bununla birlikte 80 yaşında bile birçok farklı yeteneği oluşturabilen kişilerle karşılaşıyorum. Önemli olan o kişinin çocukluk çağı, gençlik çağı ve orta yaşta elde ettiği bilgileri kullanıp kullanmamasıyla ilgilidir. 

  • Beynimizin dürtü kontrolü ve düşünerek hareket edebilmeden sorumlu Frontal Lobunun daha geç geliştiğini biliyoruz. Peki otokontrolde zorlanan çocuk ya da gençlerin ebeveynlerine neler önerirsiniz?

Bu bahsettiğimiz kısım beynin alın bölgesi ve biraz da iç tarafıyla ilgili ve bu da dürtüsellikle ilgilidir. Dürtüsel tanısı almış olan çok kişiyle karşılaşıyorum. Sizler de etrafınızda hareketli insanlar görüyorsunuz ama bu dürtü acaba genetik olarak gelen dürtü mü, çocukluk çağından itibaren gelen psikoloji kökenli bir travma dürtüsü mü veya nörolojik kökenli  bir dürtü mü? Bunu iyi düşünmek lazım. Çünkü dürtü konusu aşırı hareketlilik yani hiperkinezi ve hiperaktivite ile çok karıştırılıyor. Hatta son zamanlarda otizmin yelpazesinde de çok karışabiliyor. Çocuklar özellikle pandemi sürecinde sadece görme ve işitmeyle ilgili uyaranları aldığından ve uyaranları koordine edemediklerinden dolayı birtakım sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Bunlar dürtü kontrolünde zorlanan çocuklar. Frontal bölgenin eğitilmesi gerekiyor.  Dürtü tanısı konmuş bir çocuk düşünün, çocuktaki asıl sorun mutlak kulak (absolut kulak) da olabilir. Yani üstün yetenekli bir kulak var çocukta, dolayısıyla her sesten rahatsız oluyor, bir ses duyduğunda fırlayıp gidebiliyor. O yüzden biraz dikkatli olmak gerekiyor tanı konusunda. Ayrıca eğitimcinin de ailenin de bu konularda iyi eğitilmiş olması lazım. Burada kastettiğim iyi birer gözlemci olmak gerektiği. Köylerde böyle bir sorun yoktu çünkü anneanne, babaanne, dede zaten fark ediyordu. Çünkü gözlemciydi onlar. Biz şimdi kitap okuyoruz, internetten bilgi topluyoruz. Şunlara dikkat etmek gerekiyor; bir çocuğun görme, işitme ve zekâ ile ilgili ya da duyu, duygusal anlamda bir sorunu var mı? Uyaranlarla ilgili eksiklik var mı? Çocuğun üstün yeteneği mi var acaba? Tüm bunlar için de iyi bir gözlem ve deneyim gerekiyor.

  • Günümüz çocukları çok fazla uyarana maruz kalıyor. Öğrenmenin kalıcı olabilmesi için beynimizin hangi sistemlerini nasıl kullanmalıyız?

Çocuklarımız aslında son zamanlarda çok fazla uyarana maruz kalmıyor, tam tersini düşünüyorum. Çünkü çocukların maruz kaldıkları şey, sadece görme ve işitme ile ilgili. Bu konuyu size torunumla aramda geçen bir diyalog üzerinden anlatmak istiyorum. Bir gün torunum bana gelmişti, o zamanlar 4-5 yaşında vardı. Pencereden dışarı bakarken bana, ufuk çizgisini göstererek “Dede orada deniz bitiyor mu?” dedi. Hiç aklıma gelmemişti böyle bir şey. Gittim bir tane portakal aldım. “Bak, bunu böyle çevirirsem yine çizgi oluyor mu?” dedim. “Aaa o zaman Dünya yuvarlak” dedi 4 yaşındaki çocuk. “O zaman öteki tarafa geçersek biz böyle çizgi olarak mı göreceğiz?” dedi. “Evet, çizgi olarak görürsün.” dedim ve çevirdik. Çocuğa anlatabilmek bu kadar basit aslında. Ama onun anlayacağı dilden anlatmak lazım. Dünya dönüyor desek anlamaz ki. Gösterdim ve öğrendi. O yüzden gözlem çok önemli.

  • Önceki senelere göre teknoloji kullanımındaki artışın, çocukların beyin gelişimi ve öğrenmeleri üzerinde nasıl bir etki bıraktığını gözlemliyorsunuz? Sağlıklı beyin gelişimi için olmazsa olmazlar nelerdir?

Aslında deminki söylediğimle bunlar birleşiyor, çocuklar çok uyarana maruz kalmıyor. Uyaran kirliliğiyle karşı karşıyalar. Özellikle pandemi döneminde tablete, bilgisayara maruz kalmalarıyla gereksiz uyaranlarla karşı karşıya kaldılar. Bir yanıyla teknolojinin gelişmesi aslında çok büyük bir avantaj. Bundan birkaç yıl önce kongre için Arjantin’e kadar gittim. Oysa şimdi oturduğumuz yerden Arjantin’le bağlantı kuruyoruz.  Dünyanın istediğiniz yerini sanal olarak da gezebiliyorsunuz artık. Ancak oranın tadı, kokusu, sesi yok. Demek ki teknolojinin getirdiği bir takım kısıtlamalar da var. Ben size başka bir örnek daha vereyim. Bir insan beyninin hareketleriyle ilgili en geniş iki alan ağız ve eldir. Niye? Çünkü çok fazla kullanıyoruz, en fazla hücre bağlantılarını beynin o bölgeleri yapıyor. Yeterince kullanılmayan bölgeler birkaç nesil sonra küçülür. Sonuç olarak uyaranlarla bizim beynimizdeki yapılandırmayı ve yoğrulmayı artırmamız gerekiyor. İnsanlar sabah 8’den akşam saat 8’e kadar bilgisayarda. Uyaran ama hangi uyaran? Dolayısıyla uyaran çokluğundan ziyade uyaran çeşitliliği ve uyaranların frekanslarının, şiddetinin ve zamanın çok iyi ayarlanması gerekiyor.

  • Sürekli teknoloji üzerinden bir şeyleri yapma konusunda ne düşünüyorsunuz?

Teknolojiyle çok ilgilenen çocuklara yüzmenin dışında bir spor faaliyeti, bir tırmanma oyunu verilmiyorsa, bu çocuklar sosyal ortama girdiklerinde gülümsemeyi, kahkaha atmayı bile bilemiyorlarsa, dokunmayı bilemiyorlarsa kollarını sallamadan yürüyen, robot gibi çocuklar haline geleceklerdir. 1987’de ilk otizmle ilgili derneği ailelere kurdurdum. 30 yıldan beri düşündüğüm bir konu var; ileride robotlar yani bilgisayarlar bizleri yönetecek. Çünkü şu anda duyguyu anlayan ve sorunları çözmeye çalışan bilgisayarlar var. Hatta son zamanlarda bilgisayarlarda sanat eserlerinin yorumlanması başladı, bunlardan birisi de Türk ve Belçika’da ödüllü. Sanat eserlerini farklı şekillere getiriyorlar ama bu insan beyni değil. Bir bilgisayar yapılıyor. Ne olacak sonra ileride? Biz sadece ağzımıza verilen yemeği yiyen, elimizi yüzümüzü yıkayan kişiler olacağız. Bilgisayarlar bizim yerimize düşünecek. Yapay zekâ geliyor. Zaten tıpta bazı branşların şu anda geçerliliği biraz azaltıldı. Eğitimde de aynı şey geçerli ama tabi benim endişelerimden bir tanesi düşünebilen ve düşündüğü sonucu bize ezberleten yapay zekalar ortaya çıkarsa ne olacak acaba? “Duyum” diye bir şiir var. “Mavi yaz akşamları patikalarda sürtüne sürtüne gideceğim buğdaylara/Ne bir laf ne bir söz edeceğim ama sonsuz bir sevgi dolacak içime/Göçebeler gibi uzağa gideceğim.” Bilgisayar bize bu şiiri yazabilecek mi? ya da Sait Faik’in “Şişt şişt” öyküsünü yazabilecek mi? O öyküde bir ses duyuyor, “şişt” diyor düşünüyor. Yapay zekâ belki bunu yapacak ama bana katkısı ne olacak? Bu hızlı teknoloji insanlık için üretim mi, bir pazarlama mı yoksa sadece para kazanma aracı mı düşünmemiz lazım. İnsanlar olarak, farklı boyutlarda düşünmek zorunda kalacağız.

  • Sizce önümüzdeki senelerde uzun saatler ekran kullanımı normalleşecek mi?

Sadece bilgisayar üzerinden çalışan bir kişinin; ağaca tırmanmayı, bir tavuğun nasıl beslendiğini, bir kedinin bir bakışından ne anlatmak istediğini de öğrenmesi gerekir. Zaten bunları öğrendiği takdirde duygusal alanı da, hareketleri de, algısı da gelişir. İnternete kesinlikle hayır demiyorum ama kişinin karmaşık hareketleri becerebilmesi, sosyal olması, duygusal olması, ses tonunu iyi kullanması, müzik bilgisi, birisi elini yukarı kaldırarak tutunca dönmesi, bunların hep bilinmesi gerekiyor. Bunları bilemediği takdirde zaten, uyaran eksikliği dediğimiz tablo ortaya çıkıyor. Bu çocuklar dürtüsellik, saldırganlık, dikkat eksikliği gibi etiketler alıyor. Pandemi sürecinde okullar kapanınca tabletle arkadaşlık eden, ellerini kollarını sallamadan gezen, kalemi uygun olmayan şekilde tutan çocukların sayısı arttı. İleride bunlar ne olacak? Bu çocukların parmak sıkıntıları, el bileği, dirsek, omuz ağrıları ve yürürken dizlerinde ağrılar başlayacak belki de. İşte benim üç buçuk senedir söylemeye çalıştığım şey; yaz tatilinde uzun süre çocukları çok lüks otellere değil; koşup oynayacakları doğaya götürmeleri. Sistem dengelenecektir ama bir an önce yapmak lazım bunları. Daha fazla gecikmemek gerekir.

  • Nöro sanata ilginiz olduğunu biliyoruz. Bu kavramı biraz açıklar mısınız? 

Nöro sanata olan ilgim  çok  eskilerden başladı. Nöroloji uzmanlığı yaparken, Psikiyatri Kliniği’nin sanat bölümünde çalıştım. Orada psikiyatri vakalarının sanat eserlerini incelerdim. Nörolog olunca, o eserlere farklı bir gözle bakmaya başladım. Bu arada da nöro sanat eğitimleri vermeye başladım.  Acaba bir sanatçı nasıl  sanat eseri ortaya çıkartıyor? Beyninde neler oluyor? Bir plastik sanatçının eserlerini yaparken el becerileri nasıl?  Görsel algısı nasıl? Bu konuda bir örnek vermek istiyorum. Görme engelli ressamımız Eşref Armağan’ı 20-30 sene önce ilk keşfeden bendim. Ancak çevremde hiç kimsenin ilgilenmesini sağlayamadım. Yurt dışından birisi gelip fark edince Eşref Bey birden Dünya’nın en tanınmış kişilerinden biri oldu. Dolayısıyla nöro sanat dediğimiz zaman; o kişi görme engelli bir ressam ya da işitme engelli bir müzisyen olabilir. Tıpkı Beethoven gibi. Dolayısıyla işe beyin yapısının ne olduğunu, beynin nerelerinin yetenekli olduğunu, eksik olan kısımlarını nasıl toparlayabileceğimizi bilerek başlayabiliriz. Yine nöroplastisite lazım. Çok zor bir şey değil bu. Önemli olan kişinin genetik olarak neyi getirdiği ve çevresel faktörlerle nereye kadar geliştiği. Ayrıca ben bunun üzerine nasıl bir plastisite oluşturabilirim diye düşünmek de gerekli. İşte nöro sanatın temelinde bu var. Herkeste bir sanat yeteneği muhtemelen vardır. Fakat bu müzik mi, resim mi, heykel mi olacak keşfetmek gerekir. Belki de zanaatkar olup kişiye özel sandalye yapan bir eylemci olacaktır.

  • Nöro sanat aracılığıyla bir değerlendirme yapılabildiğinden mi bahsediyorsunuz?

Evet, çünkü işin içine motor hareket gücü ve duygusal alan da giriyor. Yaparken duygu lazım, fabrikasyon tarzı üretimde duygudan bahsedemeyiz. Kişiye özel olan ve iyi bir ürün ortaya çıkmalı. Avrupa’da orta çağ döneminde ressamların kişilere göre yapmış olduğu resimler gibi. Resmi ısmarlıyor ressam da ona göre bir resim yapıyordu. Ama o zaman dükkânlarda tabiattaki gibi boyalar satılmıyordu. Ortaya tabiattaki birtakım maddeleri karıştırıp boya çıkartıyorlardı. O da ayrı bir sanat. İşte nöro sanat böyle bir perspektiften bakıyor. Beynin nerelerinde yetenek var ve ben bu konuda neler yapabilirim ya da neler yapamayabilirim; neyi zorlayayım, neyi zorlamayayım? Dolayısıyla çocuklar söz konusu olunca çok dikkatli olmak lazım. Sanatın böyle bir etkisi var, görme yetersizliğinden de bir plastik sanatçısı, bir ressam çıkabiliyor.

  • Ailelere çocuklarını eğitirken nöro sanat penceresinden nelere ağırlık vermesini önerirsiniz? 

Bir genç baş ağrısı ya da başka bir şikâyetle geldiğinde bile eğer yetenekli olduğunu fark ediyorsam çocuğa belli etmeden aileye eğitimleri, becerileriyle ilgili sorular soruyorum. Acaba aileden gelen bir yetenek mi var diye keşfetmeye çalışıyorum. Çocuktaki eğilimi aldıktan sonra, aileye “Bu çocukta böyle bir özellik var, bunun üzerine çalışın.” diyorum. Nöro müzik bölümümüz vardı, pandemi döneminden dolayı üç sene önce kapattık. Ancak şimdi o konuda başkaları çalışıyor. Bir çocuktaki yeteneği ortaya çıkartmak için gözlemci olan birisine ihtiyaç var. O gözlemci aile olabilir, komşu olabilir, bir öğretmen olabilir. Eskiden köylerde farkına varılırdı. Bu çocuk ressam olacak denmezdi ama bu çocuğun iyi bir çiftçi olabileceği, iyi bir gözlemci olabileceği konusunda birçok gözlem yapılabiliyordu 30-40 sene öncesine kadar. Şimdi bunu bizim yapmamız, kendi genel kültürümüzü geliştirmemiz lazım. Ben Türkiye’de altı il hariç bütün illeri gezdim. Önemli olan içinde bulunduğun kültürü edinmek. Hani bir parmak oyunu vardır çocuklar için. “Bu tutmuş, bu kesmiş, bu pişirmiş, bu yemiş, bu da hani bana hani bana demiş”. Yüzyıllar yıl önce anneanneniz nörolog muydu? İşte demin söylediğim kültür dediğimiz şey bu. Eğitimin temelinde bu var. Hatta felsefeciler de aynı şeyi söylüyor. Nörobilim aslında adını nöroloji koymadan, bizim kültürümüzde, Anadolu kültüründe yüz yıllardır kullanılıyordu. Nasıl kullanılıyordu? Deneyim ile düşünerek, hem grup hem bireysel olarak oluşturarak. Sanatı, eseri bir kişi besteler ama bir orkestra hep beraber eseri icra eder gibi düşünün.

  • Son olarak çocukların aynı anda pek çok kursa götürülmeleri konusunda ne düşünüyorsunuz?

Çok güzel bir karikatür vardı. Aile çocuğuna “Seni Fransızca kursuna götüreceğim, yüzmeye götüreceğim, şuraya götüreceğim, buraya götüreceğim” diyor.  Çocuk da “Artık yeter. Ben koşmak istiyorum” diyor. Dolayısıyla çocuğun yetenekleri zaten 3 – 5 yaşında kendini gösterir, iyi bir gözlemci olunursa, bu yetenek okul öncesi, ilkokul ya da ileriki senelerde ortaya çıkar. Birçok kursa götürmek yerine; yeteneğine göre hareket etmek gerekir. Son olarak size aylaklık felsefesinden bahsetmek istiyorum. Aylak olmayan, devamlı çalışan bir kişi yaratıcı olamaz çünkü zihindeki imgeleri, bilgileri düşünüp ortaya koyması lazım. Kişi, yeni bir şey oluşturuyorsa mutlaka onun da bir aylak zamanı vardır Einstein gibi Newton gibi. Aylaklık demek boş yere gezmek değil; zihni dinlendirip, zihinde veya çevreden gelen bir uyaranı fark edip, zihninizdeki bilgileri dışarıdan gelen diğer uyaranlara karşı kapatıp düşünebilmektir. Çocuk o zaman yaratıcı sürece girme şansına sahip olabilir.

Röportaj:

Dr. Bülent Madi
1976 yılında İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesinden mezun olmuştur, 1980 yılında aynı üniversiteden Nöroloji Uzmanlığını almıştır. 1982 – 2002 yılları arasında kurucularından olduğu Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı’nda nörolog olarak görev almış, 10.000’in üzerinde gelişimsel sorunu olan çocuğun tanılanması, eğitim ve rehabilitasyon programlanması ile ilgilenmiştir. 2009 – 2012 arası, Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı Özel Metin Sabancı Merkezi’nde Araştırmalar ve Rehabilitasyon Direktörü olarak çalışmıştır. Halen yönetim kurulu üyesidir.1987 yılında Türkiye’de ilk Otistik Çocuklar Derneği’ni ailelere kurmaları için destek verdi. 1989 – 2002 yılları arasında, Madi Amerikan Hastanesi’nde nörolog olarak çalışmıştır. Marmara, Kültür, Yeditepe, Aydın, Maltepe ve Medipol Üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak çeşitli fakülte ve bölümlerde ders vermiştir. Eğitim Fakültesinde Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik, Okul Öncesi Öğretmenliği, Zihinsel Engelliler Öğretmenliği, Sosyal Bilgiler Öğretmenliği, Fen Bilgisi Öğretmenliği bölümlerinde, Sosyal Bilimler Fakültesinde Psikoloji bölümlerinde ve Diş Hekimliği Fakültesinde lisans yüksek lisans, doktora dersleri vermiştir. 1980 yılından bu yana muayenehanesinde çalışmalarını sürdürmeye ve huzurevlerinde konsültan hekim olarak görevini sürdürmektedir. Kurucusu olduğu Altis İletişim ve Genel Danışmanlık Merkezi’nde, bebeklikten yaşlılığa kadar birey ve diğer kurumlara nörogelişimsel destek çalışmalarının ve psikolojik danışmanlık hizmetlerinin koordinasyonunu yürütmektedir. Birçok firma, okul ve kongrelerde konuşma, seminer ve konferanslarını devam ettirmektedir.2014 yılında üçüncüsü yayınlanan “Öğrenme Beyinde Nasıl Oluşur?” ve 2010 ve 2020 yılında 2. Basımı gerçekleşecek “Aşk ve Beyin” kitaplarının yazarıdır.
İlgi ve uzmanlık alanları:
• Doğumdan yaşam sonuna kadar beyin gelişimi ve patoloji
• Nörogelişimsel sorunlar
• Nöropsikoloji
• Bunamalar
• Öğrenme
• Üstün zekâ ve üstün yetenek